24 Ağustos 2018 Cuma

25 Yıl Sonra

25 yıl sonra diyorum ama aslında daha çok, ama 30 da değil.

İşte, çok uzun bir zaman sonra bugün ilk kez, ilk gençlik yıllarımın yaz aylarının geçtiği tatil beldesine gittik. Sevgili ablam, sevgilisi, sevgilim ve sevgili küçük oğlum...

Geçen zaman içinde, buradaki evimin, benim iradem dışında benden kopartıldığını düşündüğüm için, içimde yıkım  derecesinde bir ruhsal bir çöküntü yaşayacağıma dair bir korku vardı.

Ama öyle olmadı.

Bunda küçük oğluma, onun yaşındayken, sonrasında hayatımın en güzel zamanları olarak hatırlayacağım zaman dilimini geçirdiğim yerleri, ilk kez ve gururla göstermemin de etkisi olmuştur şüphesiz.

Gerçi kumsalındaki kum tanesine kadar her şeyin değişmiş olduğu da bir gerçek. Yine de aynı kıvrımlı yolları yürümek, aynı yokuşları inip çıkmak ve daha önemlisi, geçen zamanın acımasız deformasyonuna rağmen gözlerinde o hep aynı ışıltıyı taşıyan eski dostlarla karşılaşmak... İşte bir mekanı, bir anıyı sizin bir parçanız haline getiren de bu bağ zaten...

Bunu deneyimleyerek kavramış olmam sayesinde, o çok korktuğum, beni oraya gitmekten bile alıkoyan yıkımı da yaşamadım... Yalnız olsaydım belki de her şey çok daha farklı olacaktı ama neyse ki öyle olmadı.

Ama bambaşka bir korkumla yüzleşmek zorunda kaldım...

Yükseklik korkusu.

Sitenin sınırları içinde kalan irili ufaklı tepelerden birinin kayalıklarla dolu zirvesi, neden bilmiyorum, küçük oğlumun merakını cezbetti. Manzarasını da çok net hatırladığım bu yere çıkmaya karar verdik.

Yine onun yaşındayken hoplaya zıplaya keçi gibi çıkıverdiğim bu tepe, bu kez beni bir hayli zorladı. Nefes nefese kaldım. Tabi bunda fazla kilolarımın ve sigara alışkanlığımın etkisini bir kenara not etmekte fayda var. Acak esas meselenin tırmanıştaki zorlanmam olmadığı çok kısa zamanda çıktı ortaya...

Zemindeki kuru otların kaygan yüzeylerinin üzerine; terden, normalde olduğundan daha kaygan hale gelen terliklerle basmaktaydık. Bir mağaranın dar ve dik girişinin hemen bitiminde, yaklaşık bir karış eninde bir patikanın da hemen yanında, yaklaşık 40 50 metre derinlikte bir yar, kayalık denizle son buluyordu. Ve tahmin edileceği üzere bu alan aslında kamuya açık olmadığı için de herhangi bir korkuluk vs gibi bir korunağa da sahip değildi.

Resmen Hitchcock filmlerindeki alan derinliği kaydırma efekti gibi, bir anda her şeyin ayaklarımın altından kaydığını hissettim. Her şey derken, her şey!.. Yani kendi düşme riskim zerre umrumda değildi ama oğlum!.. Bir anda yere oturdum ve yüksek sesle çok korktuğumu, ciddi olduğumu ve hemen burayı terk etmemiz gerektiğini söyledim. Öyle de yaptık zaten.

Oğlumun gözünde yalandan güçlü, her sorunun cevabını bilen baba figürü çizmek yerine, ayağı yere basan, (bu  örnekte kıçı da) rasyonel ve evet, korkuları ile de birlikte kırılgan da olabilen gerçek bir insan olmayı tercih ediyorum :)

Hasılı, katma değeri yüksek bir gezi oldu... Önümüzdeki sezonda buradan bir ev kiralayarak, en azından bir aylığına da olsa, daha uzun bir süre, burada zaman geçirme planları yaparak ayrıldık...


14 Haziran 2018 Perşembe

24 Haziran'da Nasıl Oy Kullanacağını Biliyor Musun?


İstersen önce neden oy kullanman gerektiğinden başlayalım.

Yapılan en son genel seçim verileri üzerinden konuşmak gerekirse, Ülkemizde kayıtlı 56.949.009 seçmenden 48.537.695’i oy kullanmış. Yani katılım oranı, %85,23. Gelişmiş ülkeler göz önünde tutulduğunda rekor sayılabilecek bir oran olsa da, ülkemiz koşullarında, hele ki parlamentoya girmenin toplam oyların %10’unu geçmeye bağlandığı bir seçim sisteminde, potansiyelin %15’ine yakın bir seçmenin seçime katılmadığı görülmekte… Yani seçime katılmayanlar parti kurmuş olsa, parlamentonun 3. büyük partisi olacaklardı…

Yine, yapılan son genel seçimde, 697.464 seçmen, bilerek ya da bilmeyerek geçersiz oy kullanmıştır ki bunun oranı da, toplam oyun %1,2’sine denk gelmekte, özellikle 1-2 oyla kazananın belirlendiği seçim bölgelerinde sonuçları önemli ölçüde etkilemektedir.

Hem artık sayılı günlerin kaldığı 24 Haziran seçimlerinde varlık göstermeye çalışan taraflar, bu seçimi tamam mı devam mı noktasına taşıdıkları için, hem de seçimlerden birinin %50 +1 ile ipi göğüsleyecek olmasından dolayı, her zaman önemli olan 1 oyu, artık daha da önemli hale getirmiştir…

Bu seçimlerde oy kullanmak, normal koşullarda dahi topyekûn bir ülkenin önündeki 4-5 yılının nasıl yönetileceğini belirlemekte önemli olsa da, yapılan yönetim sistemi değişikliği ile, daha uzun bir dönemin nasıl şekilleneceği ile ilgili çok daha önemli, hayati bir değer taşımaktadır.


Oy kullanmak için adresine gelen seçmen bilgi belgesinde belirtilen yere, o belge ve geçerli bir kimlik belgesiyle git.

Bu seçimde, sana 2 tane oy pusulası verilecek. Biri cumhurbaşkanlığı seçimi için, diğeri milletvekili seçimleri için.



Bir tane de milletvekili seçimleri için.



Öncelikle, pusulaların arkalarının mühürlü olmasına dikkat et.

Ön yüzlerinde herhangi bir işaret, önceden yapılmış bir tercih işareti vs olmamasına dikkat et.

Her iki pusulaya da tercihini belirtmek üzere verilen mühür kullanımı haricinde, parmak izi, imza, slogan vb. başkaca bir işaret koyma.

Cumhurbaşkanlığı adaylarının yer aldığı pusulada, adayların fotoğraflarının, isimlerinin ve tercih alanının da içinde bulunduğu çizgilerin dışına taşmayacak şekilde, tercihen ilgili dairenin içine ve bir kez olmak üzere tercihinizi yap.

Bu pusulada, sadece bir adaya oy vereceksin. Başka bir aday için de tercih yaparsan, oyun geçersiz sayılacaktır.

Milletvekili seçimi için verilecek birleşik oy pusulasında ise, yine düz çizgilerle birbirinden ayrılmış alanlardaki siyasi partilerden yalnızca birini tercih etmen beklenmektedir.  Ancak partilerin seçimden önce aralarında ittifak kurmuş olmalarından dolayı, aynı ittifak içinde olanlar, birbirlerinden kesik çizgilerle ayrılmış olmakla birlikte, yine düz çizgilerle diğerlerinden ayrı tutulmuştur.

Tercih mührünü aynı ittifak içindeki partilerden birden fazlasını seçecek şekilde kullandığında, oyun o ittifak bünyesinde değerlendirilecektir.

Bir ittifak tercihinde bulunduğun takdirde, o ittifak dahilinde olmayan diğer partilerden birini ya da diğer ittifak alanını tercih ettiğin durumda, oyun geçersiz sayılacaktır.

Tercihini sadece bir parti seçerek yaptığın durumda, kullandığın oy direkt olarak ilgili partiye verilmiş sayılacaktır.

Her iki pusula için geçerli olmak üzere; tercihen pusulaları katlarken, bastığın mührün, pusulanın başka bir alanında iz bırakmayacak şekilde katlamaya özen göster, dikkatli bir şekilde zarfına koy.
Tercihini bir ittifak dahilinde, birden fazla ittifak partisini tercih etmek, ittifak alanı olarak belirlenmiş düz çizgilerin içinde herhangi bir yere mühür basmak şeklinde kullandığında, verdiğin oy, ittifak için kullanılmış sayılacak ve bu seçimde partilerin bireysel olarak aldıkları oy oranlarına bakılarak, ittifak için kullanılan oylar paylaştırılacaktır.

Örneğin; kullanılan 100 geçerli oydan A B C partileri sırayla 30, 15 ve 5 adet bireysel 15 adet de ittifak oyu almış olsunlar. Bireysel olarak alınan toplam 50 oyun %60’ını A, %30’unu B ve %10’unu C partisi almış olacağı için, ittifak için kullanılan 15 oy sırasıyla 8 oy A, 5 oy B ve 2 oy da C partisine dağıtılmak suretiyle, A partisine 38 oy, B partisine 20 oy, C partisine de 7 oy gelecek şekilde hesaplanacaktır.

İttifak ortağı partilerden herhangi biri yurt genelinde %10 seçim barajını aştığı takdirde de, o ittifaka dahil olan partiler, aldıkları oy oranının barajın altında olup olmamasına bakılmaksızın, TBMM’de temsil edileceklerdir.

Normal koşullarda oyunu kullandıktan sonra görevini tamamlamış olmana rağmen, bu seçime özel, seçimlere herhangi bir şaibe karışmasını engellemek üzere bir araya gelmiş STK’larda nasıl görev alabileceğin konusunda seni tatmin edecek ön araştırmanı yap. Oyunu kullandıktan sonra görevlendirileceğin yere git. Hiçbir şey yapmasan bile, sana ait sandıktan seçim tutanağının bir kopyasının en azından bir fotoğrafını çek, bulunsun.

Bu seçim, ülkemizde aksayan yönleri olsa da demokratik yöntemlerle yapılmış son seçim olabilir. Senden sonraki nesillerin de geleceği senin elinde…

Şaka değil.
Oyunu kullan, sonra da oyuna sahip çık.



13 Haziran 2018 Çarşamba

Sürpriz

Babam.

Çok severdi çay içmeyi, kaşarlı tost yapıp yemeyi. Dumanı üstünde çayları neredeyse bir dikişte bitirirdi. Bir keresinde of baba ağzının içi amyant mı kaplı ya, dediğimde yine kafasını geriye atıp uzun uzun gülmüştü.

Ama günde en az bir tane de kahve keyfi olurdu, caneyiyle birlikte, cam kenarındaki koltuğunda.

Gazetede önemli bir şey okuyorsa, kahvesi soğuyabilirdi, sorun olmazdı. Ama ille de sıcak severdi kahvesini de... Şimdi, hiç görmediği küçük gelini, sonsuzluğa uğurlayışımızın yıl dönümünde, böyle bir sürpriz yaptı bana da... Bunca yıl öncesinden, böylesine doğru bir karar vermiş olmanın mutluluğu ile babamın eksikliği birbirine karıştı bugün...


2 Haziran 2018 Cumartesi

Bugün Küçük Oğlum da Büyüdü :)

(yaşça) Küçük oğlum, eğitiminde bir kategoriyi daha geride bırakarak lise yıllarına başlamak için bir adım daha attı. Bir iki yan binada arkadaşlarıyla birlikte, ortaokuldan mezun olmalarını kutluyorlar. Hem de şehrin öbür tarafında... Bugün evden çıkarken böyle bir planım yoktu ama her nasıl olduysa işte, kendimi şehrin o öbür tarafında buldum :) Güvenlik nöbeti tutuyorum kendimce...

Zamanlama olarak biraz kafa dağıtsınlar diye düşünmüş okul yönetimi. İyi de etmişler aslında çünkü henüz daha esas sıkıntılı süreci yani liseye geçiş sınavını atlatamadı. Ama onu da başarılı bir şekilde geçeceğine inanıyoruz. Hele ki onun hayatıyla karşılaştırınca uzunca sayılabilecek bir süredir ana konumuz, nasıl bir yer kazanacağı iken...

Düşününce, ne kadar gerginlik yaşadığını anlayabiliyor insan. Bir yandan fiziksel olarak büyümek, bir yandan duygusal olarak hem büyümek, hem girdaplarda boğulmadan ilerlemeye çalışmak, e bir de bu, hayatının düzenini kuracağı mesleği hakkında eğitim alacağı üniversiteye en iyi şekilde hazırlanacağı liseye karar vermek, daha da önemlisi oraya girebilmeye hak kazanmak...

Çocuklarımızı çok erken zamanlarından itibaren çok acımasız bir yarışa sokuyoruz ne yazık ki... 

Doğal olarak olabilecek en iyi koşullarda eğitim almalarını ve hayata bir-sıfır önde başlamalarını istiyor insan. Ama ne pahasına... 

Neleri kaçırdığının o da farkında değil, biz de... Hayatının normali böyle olunca insan dışında kalan her koşulu anormal olarak değerlendiriyor ne yazık ki...

Uzun uzun eğitim sistemini daha doğrusu karmaşasını eleştirecek değilim ama bir şeylerin yanlış olduğu kesin.

Böyle bir ortamda genç olmak daha çok ilgimi çekiyor şu anda...

İletişimin bu kadar hayatı kuşattığı bir dünyada oğlumun sesini ne kadar duyabiliyorum. Sesini çıkartıyor mu, kendisini nasıl ifade ediyor...  Öyle kuşak çatışması birbirini anlayamamak diye bir durum olmamasına ve gözlemleyebildiğim kadarıyla diğer baba oğullara göre iyi de anlaşıyor olmamıza karşın, yine de eksik kalan bir şeyler var içimde...

Belki de sürekli bir sarıp sarmalama isteğinden kaynaklanıyordur...

Aslında yürümeyi konuşmayı nasıl öğrendiyse hayatın kalanını da kendisi deneyimleyerek öğrenecektir. Bunda şüphe yok... Da endişe var işte :)

Gözümün önünde şekilleniyor olması da ayrı heyecan verici bir durum. Abisinin (ağabeyi yazmayı da biliyorum, sadece komik geldiği için kullanmıyorum) bu zamanlarına tanık olma fırsatım olmadı mesela... 

Etrafında olup bitenlere verdiği tepkilerin içinden, yaşının etkilerini çıkarttığın zaman, bildiğin büyük adam işte :)

Akşam yemekleri sırasında haber bültenini mümkünse kapattırması, telefonuyla sürekli birileriyle iletişim halinde olması, (ki bazen ben de odasındayken mesaj gönderiyorum, bağırmaktan iyi neticede...) ara verdiği piyano çalma işine geri dönmesi, kurt köpeği istemesi :)

Hepsinin içinde kenarında köşesinde bir birey olarak haklı talepler de var, çocuksu yönler de. Yarım yüzyıla yaklaşan bu yaşımda benim de zaman zaman çocukça davrandığım doğrudur... Seviyorum çünkü...

İnsan bir iki mili saniye için bile olsa sorumluluklarından arınmak istiyor...

O ne yapmayı özleyecek şimdiden kestirmek mümkün değil ama ben, yazın öğlen sıcağında balkonda siestaya dalarken dinlediğim cırcır böceklerinin sesini özlüyorum mesela... Camlı kapının rüzgardan hafif sallanışıyla tavana yansıyan ışık oyunlarını bir de...

Bu yazıya geçen hafta başlamıştım, başta geçen sınav da 5,5 saat sonra başlayacak... O da rahatlayacak nihayet... Bir iki yıllığına ama... Sonra da üniversite çılgınlığı var sırada...

Ben nefes almaya devam edeyim de, bakarız çaresine...

Bu satırlardan babamı çokça yad etmişimdir. Şimdi de sonraki kuşağa sevgilerimi iletme zamanı.

Oğullarım sizi çok seviyorum.


21 Mayıs 2018 Pazartesi

Vıkvık Yapma Oy Kullan

Çok kısa bu sefer;

İçinden geçtiğimiz dönem, toplumun hemen her kesimi tarafından bir an evvel geride bırakmak istediği bir dönem.

Sürekli bir seçim atmosferi ve beraberinde getirdiği ekonomik zorluklar, mevcuttaki süre gelen sıkıntıların katlanarak çoğalmasına sebep oluyor.

Ülkenin nefes almaya çok ihtiyacı var.

Kimsenin de elinde sihirli bir değnek yok ki bugünden yarına her şeyi düzeltebilsin. Ama umut var. İstek var.

Her alanda doğru politikaların üretilmesi, fizikteki NŞA, normal şartlar altında bile doruk seviyede zorken, anormal koşullar altında, anormal tedbirler almayı gerektirir...

Bir liste itirazıdır gidiyor bugün. Vay efendim az sayıda kadın varmış, Deniz Baykal niye konmuş yine vs.

Ey oy kullanacak sevgili arkadaşım! Eleştirdiğin liderin son zamanlarda yaptığı akıllı hamleler, iktidar sahiplerini hep ters köşeye yatırdı. Bundan sonra yapacakları da öyle.

Mikro demokrasiyi bir süre unut! Makro demokrasiyi tesis ettikten sonra, inan ki nerede kalmıştık diyerek bu meselelere de dönülecektir.

Senin attığın twit sayısı kadar yıldır siyasetle, bürokrasiyle haşır neşir olmuş bu insanlara biraz güven.

Bu süreçte itirazlarla kaybedilecek zaman yok.

Kısa olacak demiş bulundum :)

Hasılı, sen iyisi mi vıkvık yapma oyunu kullan.
Cumhurbaşkanlığı için 1.,
Meclis için 6. sıraya...

Bahçeli olsa, "1 ve 6, bak 16 işte, 16 yılın sonu gelmiştir. Bu iktidarı göndermek için daha ne beklenmektedir!" falan derdi... Canım ya...


18 Mayıs 2018 Cuma

Nerede O Eski 19 Mayıslar

Bugün kendisi de bir çiçek olan sevgili eşim, eve gelirken çeşit çeşit saksı çiçeği alıp gelmiş. İçlerinden biri de arslan ağzı... 

Hop! Işık hızıyla döndüm mü sana çocukluğuma :) Bahane aradığım da doğrudur ama gerçekten, yazlığımızın bahçesinde en sevdiğim çiçeklerden biriydi arslan ağzı. Her akşam Edremit dönüşü şortunu giyip hortumla suladığı Atatürk çiçeği babama rezerve olduğu için, bize de diğerlerinden seçmek kalıyordu haliyle... Bizimkilere sorsanız bilmezler aslında ben hangi çiçeği severim, yani daha çok... İçten içe, sessizce severdim ben, arslan ağzı ve zıpçıktıları... 


Yeni nesil bilmeyebilir, arslan ağzının çiçeğini iki yanından bastırırsanız, gerçekten bir arslanın ağızını andıran bir hal alır... Artık çocuk aklımla ne hayaller, hikayeler uyduruyorduysam onlarla oynarken, unutmuşum ama derinlerde bir yerlerde izi kalmış demek ki...

Bir çocuğun hem çocukluğunu hem de ilk gençliğini geçirebileceği, zamanın şartlarına göre en ama en! güzel yerlerden biriydi  yazlığımız. 1 Mayıslarda Edremit'in doktorları, avukatları ve eczacılarından mütevellit bir grup daha yakın olan mesire yerlerinde piknik düzenlerdi. Ama 19 Mayıslarda, babam nöbetçi değilse ya da hastası yoksa, mavi anadolumuza doluşup 35 km uzaktaki yazlığımıza giderdik ailecek. Her seferinde arabadan indiğimde boyumdan uzun otlarla karşılaşmak çok şaşırtırdı beni... Hepi topu 3 hafta sonra okullar kapandığında yaz tatili için tekrar geldiğimizde eser kalmayan o yemyeşil otlar...

Biraz daha büyüyüp de lise zamanına eriştiğimde malum 19 Mayıslar artık katılmam gereken törenlerin de olduğu bir bayram haline gelmişti... Hem de ne tören! Eğitim döneminin belki de en başından itibaren hareketleri belirlenen, beden eğitimi derslerinin yegane konusunu oluşturan, heyecanın da doruklarda yaşandığı...  

Heyecanın bir sebebi de, geçit töreninin ardından kasabanın tek futbol sahasında yapılan gösteriyi hata yapmadan tamamlayabilme derdinden kaynaklanıyordu. Ben o gösteri takımlarında hiç bulunmadım aslında ama yine de o bayramın anlamı, bir şeylerin başlangıcını oluşturması, her zaman, şimdi bile kalbimin normalden daha hızlı atmasına neden oluyor.

Yaş aldığım doğrudur. Ama sanırım ben kendimi, 10 yılda yaratılmış her yaştan 15 milyon gençten biri olarak görmeye devam edeceğim. Tabi 10, 95 oldu, 15, 82 o ayrı...

Da...

Şurası da bir gerçek ki, bir şeyler  de eksik kaldı, olduramadık...

Aradan geçen zamanda çok gereksizlikler oldu, çok zaman kaybettik. Bu düşünceler ne kadar canımı sıkıyorsa da, çocuklarıma baktığım zaman yine umut doluyor içime... Biz belki kıymetini bilmeden yaşadık, yanlış giden şeylere dur diyemedik, ama onlar başaracaklar...

Sadece ekmek olsa iyi, her şey arslanın ağzındayken bile :)

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Muasır Medeniyet

Sapla samanın iyiden iyiye birbirine karıştığı bir dönemde yaşıyoruz.

İnsanlar, sadece yurdum insanı da değil, külliyen neredeyse bütün insanlar, bilgiye ulaşmanın tüm zamanların en kolay hale geldiği bir devirde, bu kadar bilgisiz kalabilmeyi başardıkları gibi, eksikliğini de hiç hissetmiyorlar.

Benim babam, rahmetli, lise zamanlarında devletin yatılı okulunda okuyormuş. Köyünden de epeyce uzak kaldığı için, hem de imkansızlıktan, kısa tatillerde hep okulunda kalırmış. Okula devam ettiği süre boyunca, okulunun kütüphanesindeki roman şiir vb. normal kitapları bir tur okuyup bitirdiği gibi, mevcuttaki ansiklopedileri sıraya sokup okumaya başlamış...

E o zaman bir sinema var, ona da gidecek para yok, bir de radyo. Başka eğlencesi olmayınca insanın, haliyle okumaya veriyor kendini. Ama radyoyu da takip edermiş orası kesin. Klasik müzik bestecilerinin hemen hepsini sayardı sıradan. Eşlik etmediği türkü yok gibiydi. Sesli olarak yapmazdı annem varken ama ben gözünden anlardım...

Bilgi ilginç bir şey. Düşünsene, biliyorsun!

Bildiğin zaman, artık o her ne ise, başka bildiklerinle karşılaştırıp, aralarında bir bağ var mı yok mu onu keşfedebiliyorsun... Olaylar olgular arasında korelasyon kurabiliyorsun. Belli koşullar oluştuğunda, sonucun ne olacağını az çok tahmin edebiliyorsun... Şimdilerde bunu algoritmalarla yapıyorlar. Ama sanılmasın ki bilgiyi kürekle bilgisayara yükleyince yazıcıdan hop diye rapor çıkıyor... Onun da ince hesaplamaları analizleri var, hala ya da henüz insan eliyle yapılan...

Bunu yapan kurumlara falan rastlamışsınızdır. TV haberlerinde geçti mesela en son. Bizdeki algısıyla "amaaaan komşum, kapatıcam valla feysbuk hesabımı, her şeylerimizi dinliyorlarmış" şeklinde yer bulan, işi bilenlerin de büyük veri analizi dedikleri hikaye...

Incık cıncık anlatacak değilim, zaten derinlemesine bilmediğim konular. Derdimi anlatacak kadarını biliyorum öyle söyleyeyim...

Ama şu var, hani adını anmaktan çekindiğiniz kişi var ya, işte onun neredeyse bir asır önce hedefe koyduğu muasır medeniyet seviyesini aşma meselesi... İşte o muasır medeniyetler, yani çağdaşımız olan uygarlıklar, bu tip olaylarla haşir neşir vaziyetteler... Yani o geçmemiz istenen çıtanın seviyesi buralarda...

Bunu isteyen nasıl birisi diye hiç düşündünüz mü bilmiyorum.

Zaman içinde onca unvan isim almış olduğu halde, annesinin sadece "Mustafa'm" diye çağırdığı, ki tartmak, ölçmek bize düşmez ama peygamber sevgilerini biricik oğullarına ismini vererek taçlandıran bir aileden söz ediyoruz.

Ailesinin hali vakti yerinde olsa da, zamanın ağır şartları sebebiyle eğitimine askeri lisede devam eden, burada derslerindeki başarının yanında terbiyeli ve örnek davranışları sayesinde adına Kemal eklenen, zamanının olabilecek en iyi koşullarında kendisini yetiştirmeyi becermiş bir kişilik...

Hem asker olması, hem de mensubu olduğu Osmanlı İmparatorluğu'nun coğrafyasında gelişen olaylar, bir yerde kaçınılmaz olarak adına Gazi unvanı eklenmesine sebep olurken, o, tarihimizde az sayıda askerin layık görüldüğü Mareşallik yolundaki yükselişini hiç düşünmeden bitirerek, bambaşka bir düzen içinde kariyerine sil baştan başlamayı göze almıştır.

Bu yeni kariyerindeki başarısının bir sonucu olan Türkiye Cumhuriyeti de, sırası geldiğinde onu
Atatürk soyadını vererek onurlandırmayı bilmiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki atılım hamlelerinin ivmesini de göz önünde tutarsak, o zamanki çağdaşlarını yakalayıp önüne geçme konusunda neden bu kadar istekli olunduğunu da anlayabiliriz... Çünkü, dünya düzeni, o zaman da şimdi de, haklı ve güçlü arasındaki dengeyi hep güçlü olandan yana kullanmakta...

Hayır bunları yazmak zorunda hissediyorum, neden? Toplumumuzun bir kısmı, (küçük, küçücük) kendisini reddetme noktasına doğru ilerlerken, daha geniş bir kesim, bir roman kahramanı gibi değerlendirmeye başladı çünkü... Bir efsane yarattığı doğrudur. Ama her olan bitenin ardında yaşanmışlıklarıyla, özlemleri ve rahatsızlıklarıyla bir insan olduğunu unutmaya başladık...

Atatürk inşa ettiği cumhuriyet ile bu toplumun tutkalıdır. Geçmişinden ve coğrafi koşullarından dolayı, kültürlerin, milletlerin ve inançların geçiş noktası halindeki Anadolu üzerinde kurulan Türkiye'nin belki de tek ortak paydasıdır. İstenildiği kadar küçük ve farklı parçalara bölünmeye, ayrıştırılmaya çalışılsın, bu ülkenin insanları için kırmızı çizgi, vatanları ve onun var olmasını sağlayanlardır.

Dolmuş yolculuğu yapanların mutlaka başından geçmiştir. Arka dörtlüde üç kişi oturuyorken, dördüncü yolcu gelir, önce koltuğun ucuna oturur, çok az sonra mabadı geriye doğru kaydırır, buraya kadar normal, birazdan bacaklarını aralayıp, ona ait alanın sınırlarını biraz aşar, sesinizi çıkartmaz, rahatsızlığınızı ters bakarak dahi olsa ifade etmezseniz, yayıldıkça yayılır artık...

Ancak bu ülkenin insanları, zaman içinde içi boşaltılmaya çalışılan değerlerine her zaman sahip çıkacaktır.

Nitekim, yüz yılı aşan köklü bir kurumun başına nasıl geldiği malum bir hödük, çıkıp Atatürk'e, taşıdığı değerlere cart curt ederse, ağzının payı itinayla verilir...

Net!

Gazze Üzerine

Avcı toplayıcı düzendeyken hayat ne güzelmiş... Çok çok bir gergedan ezer, ya da açlıktan ölürmüşsün... Küçük gruplar halindeki insanlardan erkek bireyler ava çıkar, artık ne zaman dönerlerse, sığındıkları inde yiyecek bekleyenlerle paylaşırlarmış ganimetlerini. Boş dönerlerse de artık topluluktaki kadın bireyler inin yakın çevresinde ne ot çöp buldularsa onlarla yetinirlermiş.

Bu cinsiyetçi yaklaşıma karşı çıkan pek yok gibi ama araştırmalar tersi ya da karışık durumların olduğunu da gösteriyordur elbet. Zaten konumuz da o değil...

Deyişe yakışır bir şekilde, henüz geliştirilmemiş olsa da, ekmek elden su gölden bir durum. Doğalgaz faturası yok, ev kirası yok, trafik yok... Sabah kalkıyorsun, acıktın mı, yiyecek bir şey varsa yersin, yoksa çıkıp bulur öyle yersin... Akşam mı oldu, yetiştirecek sunumun yok, kaçırdığın dizi yok, azalan internet kotası yok... Uykun gelince bulduğun bir yere kıvrıl uyu...

Gelişmişlik zannediyoruz ama o ilk çiti çeken var ya o ilk çiti çeken... Evinin etrafını çevirip, buralar benim, geçeni fena yaparım diyen... İşte ne olduysa o ilk çitten sonra oldu zaten...

Bu ev benim. Bu tarla ailemin. Bu mahalle bizim. Bu kenti biz yönetiyoruz. Bu toprakların hepsi bizim ülkemiz...

E çık yukarıdan bir bak bakalım. Hangi birinin sınırı görünüyor... Bir tane insan görebiliyor musun o kadar yüksekteyken. Göremezsin! Yok ki...

Yine alakasız ama hazır yükselmişken araya sıkıştırayım;

          Aldanma kara bulutlara,
          Gecenin zifiri korkutmasın seni.
          Dik tut başını.
          Bil ki,
          Yeterince yükseldiğinde,
          Aydınlatacaktır güneş yüzünü...



Peh peh peh... Cinas mı ararsın, mürsel mecaz mı hepsi var Ya Hu! :)

Neyse... Aslında olmayan sınırların beş santimi sende kaldı, yok oradan nehir geçiyor, o nehir benim... Gibi, iler tutar bir yanı olmayan mevzular yüzünden aman efendim ne savaşlar ne savaşlar...

Değil arkadaşım. Sana ait değil!.. Hani illa ki bir aidiyetten konuşacaksak, o iddia ettiğin her neyse, o, sen, ben, baban, deden... Gördüğün görmediğin her şeyin tek bir sahibi var. Seninkisi olsa olsa kiracılık, ya da hadi muhafızlık olur... O da ömrün çerçevesinde... Öldün, o da bitti...

Hazır Yaratıcı'dan dem vurmuşken;

Aklı erip de konuşmayı becerebilen ilk insandan (dolayısıyla ilk peygamberden), son peygamberine kadar, değişik dillerde, değişik dinlerde, değişik adlarla anılan Allah, hemen hepsinde ortak olarak demiş ki; öldürme, çalma, inancından, öğretilerimden sapma, dünyadaki hayatını doğrulukla, güzellikle geçir ki sonra bana döndüğünde seni mükafatlandırayım...

Sırf yazıya döküldüğünden midir, yoksa an itibariyle dünyada yaşayan popülasyonda çoğunluğu ele geçirdiklerinden midir, artık orasını kendi bilir, aynı istikamete yönlendiren kulvarlardan üçü, neredeyse aynı lokasyonu kendileri için kutsal saymış.

Evet Kudüs'ten bahsediyorum.

Mesela, dünya küresine bir çomak batır tam Kudüs'ün olduğu yerden, kürenin öbür tarafından çıkan ucu nereye denk geliyorsa, aslında kutsiyet bakımından, o yer ile şu paylaşılamayan Kudüs, inanın bana aynıdır. En nihayetinde, "sana faydalanman için verilmiş" armuttan bir farkı yok. İyi bakman şartıyla verilmiş bedenlerinde olduğu gibi...

Neyi paylaşamıyorsun!

Niye paylaşamıyorsun!

Neden?!

Şeklini şemalini bilmediğin bir varlık adına sözde, derdin gücün şekille şükülle bir mekanı elimde tutayım... Tamam, inandığın din o topraklarda doğdu. Tamam en kıymetli hadiselerinden çoğu orada gerçekleşti. Tamam günahların en büyüğü de orada oldu. Kendini affettirmek için, senin için çok kıymetli olduğu için, ilk kez gerçekleşen bilmem kaçıncı hayırlı olayını yad etmek için orayı elinde tutmak istiyorsun.

Da... Sahibi sen değilsin güzel kardeşim.

Paylaşacaksın!

Bu kadar basit Ya Hu!

Hasılı; Kudüs, zaman geçirilmeden yönetimsizleştirilmelidir. Sahipsizleştirilmelidir. Bırakınız herhangi bir devletin başkenti olmayı, en basit belde statüsünde tutulup, ki belediyecilik işleri yapılabilsin, tamamen dini ibadetler için eşit olarak ayrılmış bir şehir haline getirilmelidir.

Bugün şu sayıda insan öldü, bu kadar da yaralı var. Bu kanıksanacak bir şey değil arkadaşım!
O ana gelene kadar senin benim gibi hayatın her aşamasından geçmiş, ve sırf ben yaptım oldu diyen bir yönetimin halt etmesi yüzünden de son nefeslerini vermişler... Yoklar yani artık...

Paylaşmayı öğreneceksin!

Bunu öğrenmek için tüketiyorsun o oksijeni...

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Güzel Şeyler de Oluyor

Yine güneşin cömertçe ısıttığı bir günde kendime gölge bir yer buldum Caddebostan sahilinde bir çay bahçesinde...

Hemen yanımda orta yaşını geride bırakmış bir beyefendi, telefonla bir iki konuda yardım almaya çalışıyordu. Böyle yetiştirilmese de insan ister istemez kulak misafiri oluyor haliyle.

Televizyonuna kablosuz kulaklık bulabilmek için en az üç yeri aradı, derdini anlattı, bekledi, bir daha anlattı ve sonunda takip edebidiğim kadarıyla da yanlış yönlendirildi. Tabi ki bunun farkında değildi. O, muhtemelen bu iş için ayırdığı paranın çok üzerinde olmakla birlikte aldığı cevaplardan memnun görünüyordu.

Başka bir konuda da müşteri temsilcileriyle cebelleşmesini sabırla bekledikten sonra, özür dileyerek aradığı ürünü en uygun koşullarda nereden bulabileceği ile ilgili fikrimi söyledim, pek sevindi... Bir beyefendi olduğundan telefonda bağırarak konuştuğu için özür dilemeyi de ihmal etmeden tabi..

Ben insanların böyle ortamlarda tanımadıkları halde birbiriyle sohbet etme cesaretini göstermediklerini düşünürdüm. Çevrelerine ördükleri yüksek duvarların ardında güvenli ve mutlu mesut yaşadıklarını düşünürdüm. Ama işte nezaketle yaklaşınca insanlar hala daha çevrelerine ilgili ve olmadık bir şekilde yardımlaşmaya açıklar... Bu durum etrafıma biraz daha umutla bakmama yardımcı oldu diyebilirim...

Şu an bulunduğum bu ortamda yaş ortalamasının bir hayli yüksek olması da böyle bir deneyim yaşamamda etkili bir faktör. Bunu yadsımak olmaz ama kafamı kaldırıp etrafa baktığım zaman, masadan masaya sohbet eden, güler yüzlü genç insanlar da var.

İnsan ister istemez, bu hoşluklarla mekandaki insanların sosyo-ekonomik durumları arasında bir bağ kuruyor ama yine de güzelliklerin toplumun her kesimine yayılması için bir başlangıçtır.

Hasılı, güzel şeyler de oluyor...

11 Mayıs 2018 Cuma

Ülkenin Neye İhtiyacı Var?

Bunu sakince bir düşüneyim dedim ve anında karşıma çıktı... Evet bu ülkenin sakin olmaya ihtiyacı var.

Büyük pencereden bakınca bir şey değilmiş gibi görünüyor ama buyrun işte benim  bile ömrümün üçte biri, aklımın erdiği zamanın ise yarısından fazlası bir süredir, ülkecek her Allah'ın günü hop oturup hop kalkıyoruz. Biraz dışarıdan bakmaya çalışsam bille her yıl bir seçim yapıyormuşuz gibime geliyor. Zaten de öyle aslında...

Gayet majör konularda, derinlemesine inceleme yapmadan, konunun uzmanlarının görüşlerine danışmadan,  yangından mal kaçırır gibi kararlar vermemiz bekleniyor. Üstelik süreçler içinde konuşulan argümanların yöneltilen soru cümlesiyle uzak yakın ilgisi olmadan.

Sen ve senin gibi düşünenler, vaktiyle şunu şöyle, bunu böyle yaptığı için şimdi berikini böyle yapmak gerekiyor şeklinde, elmanın armutla toplandığı, üzümle çarpıldığı, tutarsız laf kalabalıkları...

Kim daha yüksek tondan bağırırsa onun daha haklı olduğunu sanan, sorgulamayan bir toplum olduk çıktık. Üstüne bir de zayıf bir hafıza eklenince, dün  söylediği ya da yaptığı bir şeyin bugün tam tersini savunan liderler, o an için karşısındaki güruh ne duymak istiyorsa onu söyleyip günü kurtarmaya başladılar...

Bu meseleler daha da çeşitlendirilip uzun uzun anlatılabilir. Ama buna artık zaman yok.

Hemen yapılması gerekenler var onun yerine...

İlk elden 3 Y birbirinden ayrılmalıdır. Biri diğerinden daha üstün olmayan bu mekanizmadaki unsurların işleyişlerindeki dengeyi tekrar kurmamız gerekiyor.

Bu 3 unsurun, yenilenen koşullar ve gelecekteki ihtiyaçlar öngörülerek kendi içlerinde yeniden yapılandırılmaları lazım.

Yasa koyucunun, temel konularda, işleyişinde kötüye kullanmaya yol açabilecek boşluklar olmayan kanunlar hazırlaması gerekir. Bunun olabilmesi için, her türden ideolojik kimliğinden soyunarak, sadece ilkeli bir adaleti yapılandırmayı amaç edinecek uzman hukukçu ve dil bilimcilerden oluşacak bir komisyon kurulmalıdır.

Anayasa dediğimiz metin, her konuya derinlemesine yön vermek yerine adını da aldığı ana koularda sınırları çizmeli toplumun her kesiminden insanların anlayabileceği bir dille ve olabildiğince az ama kapsamlı maddelerle, herkesin ezberinde yer bulmalıdır...

Kanun dediğimiz şey, herkes için lazım. Dolayısıyla birileri tarafından suistimal edilebilecek, maharetli hukukçuların boşluklarından faydalanabileceği şekilde değil, evrensel hukuk kuralları çerçevesinde, adil yargılanmaya yadımcı metinler olarak hazırlanmalıdır.

Bu metinleri değerlendirecek savcı ve avukatların da görevleri gereği taraf oldukları kişileri, baskı ve korkulardan uzak, en iyi şekilde değerlendirmeleri, hakimlerin de maddi deliller ve yasalar haricinde kalan her faktör için kör olmaları ve tarafsız kararlar almaları gerekir.

Ekonominin unsurları ancak bu denli güveniliilr bir yargı sistemi olduğunda gelişebilir.

Yabancı sermayenin kendini güvende hissetmesinin yegane sebebi olmasını geçelim, yerli ekonomi için de herhangi bir uyuşmazlık durumunda ya da yanlış uygulamada,  ihtilafların adil ve hakkaniyetli bir şekilde çözülmesi, hayati önem taşır.

Kanunlarca suç kabul edilen bir eylem gerçekleştiğinde, öznesinin kim olduğuna bakılmaksızın, eşit olarak uyguanacak cezai yaptrımlar, toplumsal düzenin sağlanması için önemlidir.

Ancak bu şekilde bilim üretmekle yükümlü olan kurumlar özgürleşşebilir ve özgüveni yüksek, işini doğru yapan bireyler yetiştirebilir.

Zaman geçirilmeden, ülkenin tarım, hayvancılık ve başta katma değeri yüksek sektörler olmak üzere sanayinin hemen her alanında geliştirici politikalar üretilmeli ve bu politikalar hükümet değil, devlet politikası olarak uygulanmalıdır.

Yeni teknolojiler üretmek için, örnek vermek gerekirse, uzun ömürlü ve kolay yenilenebilen pil üretimi gibi konularda başta üniversiteler olmak üzere ilgili kamu ve özel kurumların harekete geçirilmesi için düzenlemeler yapılmalıdır.

Daha çok konu var ve yazmakla bitecek gibi görünmüyor...

Ancak her şeyin temelinde acil olarak gündeme taşınması gereken konular,  adalet, eğitim, ekonomi ve diplomasi...

Çünkü bu ülkenin daha fazla kaybedecek zamanı kalmadı.

28 Ocak 2018 Pazar

49

Ehheehehe yok, delilikle ilgili değil. Sayılır aslında ama o 46...

Tarih yok. Babamı askeri hastanede ziyarete gitmişiz. Yok hasta değil, orada çalışıyor. Doktor. Muhtemelen annem sefer tasıyla öğle yemeğini getirmiş. Babam sabah unuttuysa demek...

1973 Gece lambasının düğmesini ben de tamir edebilirim dediğim anda kendimi karşı duvarda bulmam. Ayılınca tabi...

1974 Kırmızı abla'yı (yaşıtız aslında) görmeye bahane olsun diye, sela verildikten sonra komşu doktora baş sağlığına gidişim. "Ne ilgimiz var oğlum" diye sorulduğunda da, "e mutlaka hastalarınızdan biridir" demem...

1975 Evimizin bulunduğu binanın kazan dairesinde, ilk öpücük... Adı bende saklı :)

1975 İlkokul, ilk trafik kazası, kabakulak...

1975 Dedem öldü, babam ağladı.

1976 Yazlığın elektriği henüz bağlanmamış ya da kesinti var, balkonun üstü de daha kamış ve sarmaşıkla kapanmamış, yıldızları izliyoruz ailecek. Babam gösteriyor, bu büyük ayı, bu küçük ayı... Birazdan yürüyüşe çıkıyoruz, köşeyi döner dönmez ağlamaya başlıyorum. Eve dönelim ayılar var...

1976 Annem balkonda katatonik durumda. Sonra bir anda arabaya binip yazlığa gidiyor. Kışın. Babamla biz de taksiyle peşinden... Neler oluyor?..

1976 Umudumuz Karaoğlan. Annem köy gezilerinde. Uyumak için arabanın arka camının hemen önünü seçmiştim. Koca arka koltuk dururken.

1976 Çarpım tablosu, aslında kolay ama bana gösterildiği haliyle çok zor. Disleksinin adı konmamış demek daha...

1977 "Misjo", ablam olur, ben de pisjo... Onun gibi resim yapabilecek miyim bilmiyorum.

1978 Biriktirdiğim parayla bakkaldan aldığım sakızları 50 kuruş daha ucuza satıyorum. Sakız piyasasını ele geçirince fiyatları ben belirleyeceğim çünkü...

1978 Maraş... İlk günlüğüme yazdıklarımı annem misafirlere gösteriyor... Kardeş kardeşi öldürüyor yazmışım çünkü...

1978 2. MC hükümetiyle ilgili haberleri rahat dilemek için beni odama kilitliyorlar, e benim de dışarı çıkmam lazım, 2. kat balkonundan fena düşüyorum.

1978 PTT'nin filateli klubüne üyeyim.

1978 Abim (ağabey yazmayı biliyorum ama sevmiyorum) İstanbul'dan geldi! Nasıl özlediysem, kapıda üstüne atladım. Zar zor taşıdı ama taşıdı :)

1979 Biz İstanbul'a gittik. İlk günün ilk yarısında o kadar yürümüşüm ki, akşam üstü uyuyup uyandığımda sabah olanları bir gün önce yaşamışım gibi hatırlıyorum.

1979 Arabada abimi bekliyorum, radyoda İran devrimi haberleri.

1979 Babam çok uğraşarak bağladığı uzatma kablosu olması gerektiğinden çok uzun olduğunda, yeniden kesip bağlamaya üşeniyor, kendine de kızıyor ölçmeden yaptığı için. "E kabloyu etrafına dola" diyorum, bir süre verdiğim bu fikri eve gelen herkese gösteriyor gururla...

1979 Babam bir japonla geldi eve :) Adam otostopla dünyayı dolaşıyormuş, yoksa bisiklet miydi?.. Giderken bize 1964 Tokyo Olimpiyatları'nın hatıra parasından hediye etmişti. Nerede şimdi kim bilir.

1979 Polonyalılardan alınan alınan radyonun FM frekansı dar olduğu için TRT3 dinleyemiyorum ama Yunan radyoları da güzel.

1980 Yazlıkta yakın komşumuz Sihirbaz'ın kızlarıyla güzel vakit geçiriyoruz. Büyük olanı gitar çalıyor, ben de flüt.

1980 Yazlıkta yan komşunun oğlu ile karar veriyoruz. Marketten aldığımız kullan at tıraş bıçaklarıyla bir berber dükkanı açarsak, kazandıklarımızla seneye diskoyu işletecek parayı biriktirebiliriz. 

1980 Yazlıkta tuhaf şeyler de oluyor. Asker yönetime el koymuş. Babam da emekli asker, havalı bir şey olacak galiba...

1981 Yaptığım bir resmi öğretmenime anlatıyorum, yarışmaya sokuyor, ilçe çapında 3. oluyorum.

1982 Boş zamanlarımın tamamını plakçıda geçiriyorum. Arkadaşlarıma karışık yabancı kasetler hazırlıyorum. "Eye of the tiger" tam bir klasik olacak diye düşünüyorum.

1982 Sırf  ET filmini izlemek üzere tek başıma İstanbul'a gidiyorum. Aynı günün akşamı dönmek üzere...

1982 Yazlığın balkonunda babamın harçlık vermesini bekliyorum. Parayı yere atıyor. Verdiği parayı en azından eğilip yerden alarak hak etmem için :)

1983 Yazlıkta o kadar çok misafirimiz var ki, bir grup uyumak için sabaha kadar taş oynuyor, yatakların boşalmasını beklemek için.

1983 Evin dışında da walkmanden müzik dinlediğim için, beni kulaklıkla görenlerden babama "geçmiş olsun sizin oğlan işitme zorluğu çekiyor galiba" diye ziyarete gelenler var.

1984 Babamın kıyafetlerini ıvır zıvırla doldurup annemin takma saçını koyduğu köpük büstü de kafa olarak kullanıp yaptığım adam boyu kuklayı gece geç saatte gelip salonda oturur vaziyette bulunca annemin fenalık geçirmesi.

1984 Selanik Pasajı'ndan demonte aldığım FM radyo vericisi kitiyle yaptığım radyo istasyonu ile evden yayınladığım kasetleri okuldan dinleyebiliyorum :)

1984 Zülfü Livaneli konseri için İzmir kaçamağı, gecelediğim arkadaşımın arkadaşının evinde Borodin'in Poloveç Dansları ile tanışmam... Evde bu kadar yüksek sesle müzik dinlenebiliyormuş demek ki...

1985 Sihirbazın küçük kızıyla çok yakınız. Bütün günümüz birlikte geçiyor. O kitap okuyor, ben de dinliyorum. Kış zamanı da her gün aps ile gönderilen mektuplarla geçiyor...

1985 16'mdayım ama 17 dergisi alabilirim artık... Erkekçe'ye daha var...

1985 Aynı anda 6-7 kitap okuyorum. Birinden sıkılınca diğerine...

1985 İlk şiirim Cumhuriyet Kitap Klubü Dergisi'nde yayınlanıyor.

1986 Tübitak Liseler Arası Kimya Yarışması için Ankara'ya giden ekipte ben de varım. Projelerimiz 2. ve 3. oluyor.

1986 Tercih listene sadece Boğaziçi Üniversitesi bölümleri yazarsan açıkta kalırsın tabi :)

1987 Dershane için İzmir'deyim. Göztepe'de 2 arkadaşla ev kiralıyorum. Hafta sonları çamaşır yıkamak ve ev yemeği yemek üzere Edremit'e yolculuklar. Gergedan Dergisi, güzel kitaplar, güzel müzikler. Çevredeki inşaatlardan toplanan tahtalarla yakılan soba. Elde kahve fincanıyla gidilen sinema seansları. Fırından çıkar çıkmaz alınan simit ve tabi ki boyoz.

1987 İzmir'den toplaşan yaklaşık 20 kişilik bir arkadaş grubuyla İstanbul Caz Festivali seyehati. Gidiş pulman tarifesi Truva Vapuru'yla. Sabah erken saatte Midilli açıklarında sislerin arasında yanından geçtiğimiz katamaran hala gözümün önünde.

1988 Babama hasta gönderen başka bir doktor arkadaşından gelen nottaki yazı "Bilkent"...

1989 Ankara'da Tunalı Hilmi caddesinin bir üst paralelinde oturuyorum. Haliyle çişi gelen bizde...

1990 O bar senin bu bar benim...

1991 - 1995 Bu aradan tek hatırlamak istediğim büyük oğlum...

1996 Kullanacak kimse olmadığı için çalıştığım tv kanalında bir kenarda duran AVID MC sisteminin kullanım kılavuzunu okuyup ilk operatörü oluşum.

1997 Her! Şey! Vatan! İçin!

1999 Tek tesellim babam depremden önce aramızdan ayrıldı da o kabusu yaşamadı...

2000 "İnternette tanıştılar, 8 ay sonra evlendiler" haberinde anlatılan bizdik :)

2004 Haberini aldığımda kocaman bir dolunay vardı. İsminde ay da geçsin diye düşünmüştük ama egelilik ve deniz ağır bastı. Küçük oğlumun adını koyarken.

2006 Artık hiç bir yere bağlı değilim. Serbest çalışıyorum. İyi mi ettim kötü mü ettim, bilemiyorum ama şikayetçi değilim :)

Bu liste uzar gider... Son dönemdeki boşlukları da zilyon tane film ve sair dijital medya işleri doldurdu. Unutmayı tercih ettiğim şeyler de olmadı değil.

49 olmama 48 saat kala, birden bunlar geçti aklımdan. Ölcem mi lan yoksa :) Yok be! Hiç niyetim yok :) Daha yapacak çok şey var... Ama takdir Allah'ın şüphesiz.

Sevgiler.



18 Ocak 2018 Perşembe

Ya … ya da …

İlke, TDK sözlüğüne göre;
a. 1. Temel düşünce, temel inanç, umde, unsur, prensip. 2. Temel bilgi. 3. Öge. 4. Davranış kuralı. 5. man. Her türlü tartışmanın dışında sayılan öncül, mebde, umde, prensip.

Yazık ki sosyal yapımız birey olarak prensip sahibi insanlar olarak yetişmemize çok izin vermiyor. Yani insanların kendilerine ait doğruları yok. Herhangi bir konuda karar vermek için ilkeler üzerinden değil, söylemler üzerinden hareket etme alışkanlığımız var.

Kişilerin ağzından çıkanlar, zaman içinde değişkenlik gösterse bile, sırf o söylediği için doğrudur diyerek peşinden gidiliyor… Bariz farklılıklar çıkarsa da gayet rahat şu tarihten sonrakiler geçerlidir denebiliyor mesela…

Böyle olunca da söylenenlerin içi boşalıyor, söyleyen ne anlam yüklüyorsa o anlaşılıyor. Hele ki bir de hit alıyorsa, raitingi varsa…

En çok revaçta olanlar da bir takım kısaltmalar yapılarak, şuculuk buculuk üzerinden, kendi gibi olmayana yapıştırılan yaftalar. “Olmayana” demek zorunda kaldım, çünkü düşünme eylemi zaten hepten başkalarına devredilmiş durumda…
Sen benden değil misin, beni istemiyor musun, o zaman şucusun. Her ne olursan ol…

Belli bir akımın içinde misin, o akımın söylemleri bilmem ne akımınınkilerle örtüşüyor mu, o zaman katmerli bucusun…

E bunlar bir de 40 değil, her Allah’ın günü, her fırsatta, her mecradan söylenince, yeni doğrular halini alıyor…

Çok bilinen kaynar su – kurbağa hikâyesinde de olduğu gibi, yavaşça ısıtılan suyun içindeki kurbağalar gibiyiz…

Neredeyse 40 yıldır, Pazartesi sabahları ve Cuma akşamları bayrak törenlerinde selam durulan büstten ötesini bilmeyen bir nesil yetişti maalesef.

Önderin kurucu prensiplerini anlayıp içselleştirmek yerine, sadece adı yüceltildi. Üstelik bu yapılırken, neredeyse kendisinden daha yüce bir varlığın direktiflerini ileten başka bir manevi şahsiyetin ( anlamayanlar için Hz. Muhammed ) yerine konuyor gibi algılandığı için, toplumun büyük bir kısmı içten içe itiraz ettiği halde…

Bu büyük topluluğun büyük bir kısmı, “İkra” ( Oku ) ile başladığı halde, esas kaynağını okumadan, yine söylenenlerin peşinden gittiği için de nereye çekilirse oraya yöneldi… Kullanım kılavuzlarını da okumuyoruz misal…

Devam etmeden önce, buraya kadar olan kısmı sindirmek için biraz düşünün. Söz veriyorum acıtmayacak…

Şimdi, yaklaşık 100 yıl öncesine gidiyoruz.

Dünya üzerinde ne kadar ekskavatör güç varsa, alenen bu topraklarda taş taş üstünde bırakmamacasına girişmiş ve ne olmuş biliyor musunuz? Karşılaştırma olsun diye söylüyorum, bunlar sapan gücüyle defedilmiş. Ülkede zamanını okuyamayan, ya da buna aldırış bile etmeyen bir yönetim olduğu halde.

Vatanım Sensin izleyen bilir, sonrasında canhıraş bir savaş ve çağın uygar toplumları tarafından da benimsenen cumhuriyet ( bu 3 ya da 4. sezonun finaline denk gelir sanırım ) yönetimi dönemi.

Bu dönemde yönetimin işleyişi rahatlıkla zamanının İtalya’sı ya da Almanya’sı gibi olabilecekken ne olmuş? Evet, bravo! TBMM.

Kurucu ilkeler harfiyen uygulanmış, bu kez ülke geneline yayılan savaş alanından arta kalan enkazın üzerine yepyeni bir devlet kurulmuş. Atılan her adım, TBMM onayı ve denetiminde olmak üzere…

Köy enstitülerinde radyolardan yükselen Tchaikovsky eserleri eşliğinde…
Bugün hala tepe tepe harcanan her ne miras varsa, işte o dönemde yapılanların meyvesidir.

Dolayısıyla, bu ülkenin insanları, birlik olma konusunda da, üretmek konusunda da, ve daha pek çok alanda, rüştlerini ispatlamıştır.

Ama işte, sonraki 40 yıl kısık, ondan sonraki 40 yılda da harlı ateşe maruz bırakıldığımız için bir şeyleri fark etmiyor gibiyiz artık. Bir de tabi, iletişim çağının doğru-yanlış bilgi bombardımanı yüzünden zihinler berraklığını yitirdi biraz da…

Bir sindirme molası daha…

Bugün, şöyle bir seçimin eşiğindeyiz. Ya … , ya da ….

Çok uçlarda, bizden sonraki nesilleri de etkileyecek sonuçlar doğuracak bir seçim.

Bu seçimi kimler yapacak? Sen, ben, bakkal, taksi şoförü, herkes… Bunların içinde yanlış yönlendirilmiş, zihinleri berrak olmayan da bir dolu insan var. İthalleri saymıyorum. Anketçi abiler her akşam televizyonda işte, yüzde şu kadar bu, yüzde şu kadar şu anlatıyorlar…

Peki bu insanlara nasıl ulaşılacak?

Holiganlar gibi bağırarak mı? Geçiniz efendim, herkes kendi işini yapsın. Mamafih hukuk insanlarına da ihtiyaç var sonrasında…

Ritimsiz sloganlarla mı? Her duyduğumda, ilkokul 1. sınıfta öğretmenin defterlerinizi açtınız mı çocuklar sorusuna hep bir ağızdan verilen “aaaaaçtıık” cevabı geliyor aklıma…

Kalın bıyıklı, yeşil parkalı devrimcilerle mi? Onlar 1970’lerde kaldı…

Yazık ki, tekrar, insanlara geleceklerinin teminatının hangi tercihte olacağı, bir deterjan nasıl pazarlanıyorsa, herkesi kapsayacak şekilde anlatılmalı.

Bu ülkenin hak ettiği şekilde bir gelire, daha çok üretmeye, sağlıklı bireylere vs vs başka ülkelerin insanlarının faydalandığı her ne varsa, bu ülkenin insanları da aynını hak etmektedir.

Bunun için kuruluş ilkeleri ( unutanlar için, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik ve önemlisi, bunlar bir siyasi partinin ya da hükümetin değil, devletin ilkeleridir. Hükümet ile devlet arasındaki farkı bir başka yazıya bırakalım artık ) doğrultusunda çağdaş bir ülkenin yeniden yapılandırılması için yapılacak gerçekten, ama gerçekten çok iş var.

Sevgiler.