30 Temmuz 2008 Çarşamba

Şimdi Ne Olacak?

Devletimizin bürokratik kurumları işlerini her zaman olması gerektiği şekliyle yapıyorlar.

Kapatma davasında, öncesi, sırası ve sonrasıyla son derece hassas bir dönemi geride bıraktık.

Dava sonuçları, geçmişte olduğu gibi radikal bir kesimi temsil eden bir azınlık partisini değil, ekonomik, sosyal yönleriyle, ülkeye hükmetmekte olan bir partinin durumunu, dolayısıyla da yokluğunda oluşturacağı boşluğun, yaratacağı düzensizliği derinden etkileyecek bir konu...

Ak Parti iktidara gelirken toplumumuzun tercihlerini birinci planda etkileyen faktörlerle, partinin genel çizgisinin yansıttığı siyaset yönelimi aynı değildir.

Bu yüzden, bugün alınan karar hem partiye hem de topluma bir ihtar niteliğindedir.

Partiye, kendisini mahkemeye taşıyan süreçte yaşananların birer suç olduğunu işaret etmiş ve tekrar yapmaması için yasal çerçevelerde bir ceza verilmiştir. Topluma da tercihlerini ortaya koyarken bütün alternatifleri her yönüyle iyi değerlendirdikten sonra karar vermesi yönünde yapılmıştır bu uyarı.

Demokratik katılım süreçlerinde bizlere düşen de kısa dönemde istikrarı sağlamak adına statükoyu korumaktan ziyade alternatif olacak programların etrafında toplanmaktır.

Realitede ortada bugün itibariyle bir alternatif görünmüyor da olabilir. Siyasi partilere baskı uygulayarak onları alternatif olmaya zorlayacak olanlar da yine bizleriz.

Öte yandan gözden kaçırılmaması gereken bir konu daha var. Mevcut hukuk çerçevesinde olabilecek en ağır ikinci ceza uygulanmış olmakla birlikte, söz konusu yapılanmanın (partinin ve onun arka bahçesinin) ekonomik kaynağı sadece hazine yardımı değildir.

Siyasi partiler neticede birer marka ya da ticari birer kuruluş değildir. Olması gerektiği haliyle, toplumun faydasına hizmet etmek için yine toplumun itici gücünü arkasına almış, kendini buna adamış insanların bir araya gelmesiyle oluşmuş topluluklardır.

Bu yüzden iktidar yarışında galip gelen bir oluşumun, yolda aldığı desteğin diyet borcunu ödemek için yolsuzluklara varan uygulamalardan uzak kalması için belli kriterlere uygunluğu geçekleştikten sonra hazineden yardım almaları gereklidir de zaten...

Ancak sorun bu yardımın mecliste grubu bulunmayan partilere nasıl aktarılması gerektiği noktasında kilitlenmekte. Her önüne gelenin bir parti kurmasına nasıl engel olacaksınız?..

Bunu niçin toplumsal ahlakın belli bir noktada olması lazım gelir ki örnek olacaksa en ileri sayılan batı ülkelerinde dahi bu durum mümkün görünmüyor.

Öyleyse siyasi partilerin ürettikleri politikaları denetleyecek ve takipçisi olacak sosyal örgütlenmelere ihtiyaç vardır.

Meslek odaları ya da daha ötesinde bireyler, kendileriyle ilgili konularda yapıcı tutum sergileyen partilere destek olacak.

Futbol takımı tutar gibi parti tutulmayacak.

Toplum, varlığını 5 yılda bir değil her an gösterecek.

Sorumluluk da görev de tüm katmanlarda paylaşılacak.

Geleceğe daha güvenli bakabilmek, şimdi çok yönlü düşünüp karar verebilmekten geçiyor.

Selamlar.

29 Temmuz 2008 Salı

Yükseliş

Zamanı nasıl ölçtüğümüzle ilgilidir yıl dönümleri, tekrarlanan döngüler...

Kaç zamanda bir, hangi sıklıkta olduğu değil, bizim unutmuş olma ihtimalimize karşı hatırlamamıza yardım etmesi dolayısıyla önem kazanır...

Hatırladığımız her ne ise, bize tekrardan yaşattığı duygu ve bu duyguların ruhumuzu tekrardan beslemesi sayesinde hayata, hayattan sonrasına ve aşka olan bağlılığımız pekişir.

Bu akşam da böyle zamanlardan biriyle birlikteyiz.

Madden ve manen bir yükselişin yıl dönümündeyiz.

Belki bu yaşananın öznesi direkt olarak bizler değildik ancak sonucu itibariyle, merak edilenler ispatlanmış ve mutlak aşka ulaşmanın yolları bu olayla şekil bulmuştur.

Ruhlarımızın derinlerinde, ihmal ettiğimizi hep hatırladığımız bir yöneliş için böyle bir fırsatı değerlendirmek hepimizin elinde. Üstelik, daha ötelemek için bir sebep de yok.

Bu geceyi iyi değerlendirmeniz dileklerimle.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Patlama

Kin. Nefret. Küfür.

Okuyacağınız yazı bu çerçevede de geçebilirdi...

Geçtiğimiz akşam üstü (27.07.08 21:45) İstanbul'da meydana gelen bombalı saldırı henüz sıcaklığını koruyor... Daha birkaç saat önce hayat dolu olan (dertleri de vardır şüphesiz) vatandaşlarımız artık yoklar!

Terör, bir insanlık suçudur!

Hiç bir koşulda, her kimi hedef alırsa alsın; hoş görülecek, haklılık payı aranacak bir yönü yoktur.

Politikalarını terör yoluyla yaymaya çalışan ya da belirli bir strateji dahilinde topluma korku ve bıkkınlık aşılamaya çalışan örgütlenmelerin, dünyanın hiç bir yerinde yandaş bulması mümkün değildir.

Meydana gelen olayların failleri, toplumun vicdanında hak ettiği cezayı almasının yanında, yakalanabildikleri takdirde medeni hukuğun izin verdiği en ağır ceza ile cezalandırılmaları beklenir.

Burada önemli bir bahis konusu; aklı başında hiç bir vatandaşımızın bu olaylar sonucunda politik görüşlerinde ya da bu oluşuma bakış açılarında bir iyileşme olamayacağına göre, geriye diğer argüman kalıyor: Korku.

Hayatından endişe ederek, korkarak, sinmiş bir şekilde yaşamaya başlamamalıyız sevgili dostlar...

İlk ihtimalin imkansızlığı yapanlar tarafından da bilinmekte. Dolayısıyla hedef ikinci amaca yönelmiş durumda. Lütfen yiten canları bu amaca hizmet eder hale getirmeyiniz.

Korkmayınız.

Öfkenizi kontrol etmeye çalışınız. Bu yaşananlar sizi, onların, toplumumuzun temsil ettiklerini iddia ettikleri kesiminden uzaklaştırmasın. Amaçlananlardan biri de budur. Böylece vatandaşlarımızı, kendilerini yalnız ve dışlanmış hissedecekleri için kendi yanlarına çekme çabası içine gireceklerdir. Onlara bu imkanı vermeyiniz.

Bugünden yaklaşık 6 ay önce, ilk anda yine terörist bir saldırı olduğu sanılan bir patlama daha yaşamıştık. Yine İstanbul'da ruhsatsız çalıştırılan bir patlayıcı madde deposundaki ardışık iki patlamada, ilkinin yarattığı şok ve merakla olay yerine toplanan çok sayıda vatandaşımız yüzünden, normalde olabileceğinden çok daha fazla bir kayıp meydana gelmişti...

Bugün yine benzeri bir şekilde, ama kalleşçe planlanmış bir düzenekte teröre çok sayıda kurban verdik.

Sebebi terörist bir saldırı da olsa, yine ülkemize özgü koşullarda oluşan iş kazaları ya da doğal afet de olsa, gerekli tıp ya da ilk yardım eğitiminiz yoksa, lütfen sadece ilgili güvenlik ya da sağlık birimlerini haberdar ediniz.

Bu birimlerin olay yerine zamanında ulaşmalarını sağlamak için trafikte gereksiz yoğunluk oluşturmayınız.

Olayla ilgili merakınızı gidermek için güvenlik güçlerinin, yetkililerin açıklamalarını medyadan takip etmeye çalışınız.

Olay yerine yakınsanız, size olağan dışı gelen en küçük ayrıntıyı, güvenlik güçlerine bildiriniz. Sizlerden gelecek küçük bilgi kırıntıları birleştiğinde önemli ip uçları haline gelebilir.

(155 Polis İmdat, 156 Jandarma İmdat, 110 Yangın İhbar, 112 Acil Ambulans hizmet numaraları, cep telefonlarınızdan da ek alan kodu gerekmeden direkt olarak arayabileceğiniz ücretsiz hizmetlerdir.)

Bugün yaşanan gibi büyük çaplı olaylarda, olay yerine yakınsanız, sağlık birimlerinin ihtiyacı olabilecek acil kan ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ilgili birimlere ulaşmaya çalışarak, ihtiyaç olup olmadığını öğrenmeye çalışınız.

Bir de meslektaşlarıma bir hatırlatma yapmak istiyorum.

Çoğu zaman toplumun haber alma özgürlüğüne verilen hizmet, amacını aşarak raiting aracı gibi de kullanılır olmaya başladı.

Habercilik ciddi etik kurallar çerçevesinde olmak zorundadır.

Benzeri olaylarda ilk haber veren olmak adına ham çekimleri, dijital maskeleme uygulamadan yayınlamak doğru bir yaklaşım değildir.

Hazırlanan haber metinlerinde, bu trafik kazası haberi de olabilir, dinleyeni irrite edici bir uslup kullanılmamalıdır.

Olay yerinden canlı yayın yapılırken, mekanda çalışan özel eğitimli görevlilerin deşifre olarak açık hedef haline gelmelerini sağlayacak detayda görüntüler ekrana yansıtılmamalıdır.

Buna benzer hatırladığım en can alıcı örnek, hava korsanları tarafından kaçırılan bir uçağa düzenlenmek üzere olan baskın harekatının görüntülerinin canlı yayınlanmasıydı. Neyse ki o olayda korsanlarda şans eseri bir tv alıcısının olamaması ile yapılan hazırlıklar farkedilmemiş, uçak yolcularının hayatı riske girmemişti...

Toparlamak gerekirse.

Duyarlı olmak tek başına yeterli olmuyor maalesef.

Güvenliğimizle ilgili konularda toplumsal bilincimizi oluşturmak ve geliştirmek için hepimize görevler düşüyor.

Lütfen sorumluluklarımızı iyi bir şekilde kavrayalım. Görevlerimizi elden geldiğince yerine getirelim.

Patlamaların toplumsal patlamalara dönüşmesine izin vermeyelim.

Yandaki "teröre karşı" linkinde yer alan eğitici spot filmleri mutlaka izleyiniz.

Mümkün olduğunca da çevrenizdekilere izletmeye gayret gösteriniz.

Böyle bir bilgiyi yaymaya çalışmak emin olun, "bu maili 8 kişiye gönderirsen şu olur" türünden çöp e-postalardan daha faydalı olacaktır.

Selamlar.

20 Temmuz 2008 Pazar

Ağ İlişkileri / İlişkiler Ağı

Değerli dostlar.
Bizim yaşadığımız sürecin içinde olan bitenlere tanık oluyoruz. Yani teknolojik gelişim nereden başladı şimdi nerede yarın nereye varacak... Tabi ki de hayallerin götürdüğü yere...


Şöyle bir benzetme yapmak istiyorum.
Bundan bir zaman sonra, şöyle bir diyalog yaşanması muhtemel;


- Yav biliyor musun arşivlerde ne buldum. Dedemle ninem chat yaparken tanışmışlar ama o zamanlarda sadece yazı yazarak iletişim kurulabiliyormuş, birbirlerini hiç görmeden, özgeçmişlerini, eski ilişkilerini, geçirdiği hastalıkları bilmeden ööyle bodoslama ilişkiye giriyorlarmış... Düşünebiliyor musun?
- Yok artık deli miymiş onlar...


Görücü usulüyle evlenenlere verilen tepkiler çok uzak geçmişte değil hemen çocukluğumuzda, anne babalarımızın arkadaş sohbetlerinde yaptıkları eleştirilerdi... -Televizyon evlere girmeden önce, akşamları insanlar birbirlerini ziyaret eder sohbet ederlerdi yeni jenerasyona anlatmak lazım böyle şeyleri :) -


Teknoloji duyularımıza ne kadar çok hitap etmeye başlarsa onu günlük hayatın bir parçası haline getirmek de o kadar çabuk oluyor. Şimdilik ikisine hizmet veren hali dahi 6. hisleri hareket ettirmeye yetiyor. Bu sayı arttıkça neler olacak bir düşünün. Sanallık algılarımızla ilgili bir durum.


Özgürlüklerin bugün geldiği nokta ve yazılarda da belirtilen kişiliklerdeki kırılmalar vs bir yana, şöyle de bir durum var. Yazarken, konuşurkenkinden en az bir kez daha fazla düşünerek derdimizi iletmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla kişinin karakter yapısına bağlı olarak ifadeler her zaman daha yoğun ve anlam taşıyor...


Bir de reel ya da gerçek ve sanal diye bir ayrım koymanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Ortama sanal demeye devam ettiğimiz sürece fabrika çıkışlı olarak yaklaşımların da gerçek olmayan bir çizgide olduğunu kabullenmiş oluyoruz... Oysa bu ortamda yaşananlar da gayet gerçek, sadece taraflardan en az birinin yalancı olma ihtimali var ki burda ortamın değil karakterin bir rolü olabilir ancak...


Peki gidişat ne yönde.


Son günlerde ulaşılan bağlantı hızının da prehistorik olmasına az kaldı. Bir gün genel ağ üzerinde Gigabit bağlantıların da olduğunu düşünürseniz, sosyallik adına holografik komşu - komşu lafın gelişi tabi :) - ziyaretleri, etkinlikler hatta tatiller yapmak mümkün olabilir...


İş alanında şimdilerde "aaa homeofis mi yazık fatura kesebiliyor musunuz bari" gibi bakılan şey, hayatımızı kökünden değiştirip, en basitinden anlamsız bir şekilde zıt yakalarda oturup işine gidip gelen İstanbul insannın yolda geçirdiği zamanı daha faydalı işlere harcamasını, evinden sadece eğlenmek için ya da istediği için çıktığından trafik saçmalığının yok olduğunu bir hayal edin...


Ya da zaten ağ bağlantılı kıyafetiyle gittiği her yerden istediği her yere ulaşabildiğini...


Çok mu uçtum yok canım :)


Ağ bağlantısının hayatımıza kattığı ve katacağı her şey için her zaman yerimiz vardır... Buyursun evdeyiz :)


Selamlar

Arka Taş

Eski Türklerde Askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış.

Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş.

Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz, bizi arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir. 

Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşırlar. Aşk, kendinden emin bir şekilde sorar;

-Ben senden daha samimi ve daha cana yakınım sen niye varsın ki bu dünyada?

Arkadaşlık cevap verir: 

- Sen gittikten sonra bıraktığın gözyaşlarını silmek için...


Arkadaşın değeri yadsınamaz tabi ki...

Ancak "bence" "aşk" başka bir şey. Tutku ile aşk hep karıştırılıyor gibi geliyor bana. Bizi ayakta tutan, yaşamak için beslendiğimiz aşkın kaynağı da öznesi de sanılandan çok başka yerlerde...

Ve o aşk insanı ne terkeder ne de yarı yolda bırakır.

Tutku içinse önce ben gerekir. İki ben bir araya geldiğinde de çatışmalara gebe bir ilişki başlar. Ama nedendir bilinmez, kişi acı çekeceğini kimi zaman bile bile bu tutkuya esir olur...

Arkadaşlığın temelinde de dostluk vardır. Yine "tanış" ile karıştırılan bir kavramdır. Bu karışıklık yüzünden de çoğu zaman ilişkilerde yanlış anlamalar ya da yanlış beklentiler ortaya çıkar.

"Arkadaşım değil misin yapacaksın tabi..." E belki değil... Mesainizi paylaştığınız ya da sadece sıkça gördüğünüz, tanıdığınız biri sizin "arkadaşınız" olmak zorunda değil ki...

Bunlardan hareketle;

Aşkı başka duygularla karıştırmayalım. Gerçi kendine ekonomilerin temelinde yer alan çok geniş bir sektör oluşturmuş durumda ama söz konusu duygu için "tutku" daha doğru bir kavram.

Dostunuz, arkadaşınız da "her ne pahasına olursa olsun" değil, ilişkideki temel saygı ve bağlılık devam ettiği sürece varlığını devam ettirecektir. Elde tutmak sabır ve gayret gerektirir...

Sevgiler.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Çember

Bir çubuk alın ve kendinizi merkezde bırakacak şekilde bir çember çizin...

Düşünün ki bu çemberin içinde mutlak bir "ben" devleti var ve sınırsız özgürlüklerin sahibisiniz...

Özgürlüklerimizi davranışlarımız ortaya koyar, davranışlarımızı da ihtiyaçlarımız belirler...

İhtiyaçlarımıza yön veren de alışkanlıklarımız ve büyük ölçüde de toplumsal hareketlilik, akımlar moda vb. olabilmektedir.

Demek ki sınırsız özgürlüklerin de kökeninde toplumsal olma, sosyal olma durumu belirleyici bir faktör. Birey ve toplum arasındaki bu temel etkileşim sayesinde insan sosyal bir varlıktır. Kavram olarak "sınırsız"olan özgürlüklerin sınırlarını "başkalarının hakları" çizmektedir.

Çizilen bu sınırlar, yazılı ya da yazılı olmayan bir takım kurallları beraberinde getirmektedir. Genel geçer kuralların düzgün işlemesi ve uygulanmasıyla hukuk ilgilenir. Hukuk, toplumu oluşuran her bir bireye eşit uzaklıkta kalmak sayesinde işlerliğini evrensel kılabilmektedir.

Zaman içinde toplumun hemfikir olduğu hukuk kuralları arasında farklılaşmalar olabilir. Ancak bu durum, kişiye ya da toplumun bir kısmına özel uygulamaların yapılmasını haklı gösteremez.

Temsili de olsa kendi kendini yönetmeyi seçmiş toplumlarda birey, yasal uygulamaların bir kısmını kendi adına yürütmesi için vekiller tayin eder. Bu vekillerin görevi, yetkilendikleri andan itibaren kendisine yetkiyi verenin sözcülüğünü yapmak, onun ihtiyaçlarını karşılayacak gerekli yasal düzenlemeleri diğer bireylerin/vekillerin de onayını alarak uygulamak olacaktır.

Bunları yaparken kamuya ait kaynaklardan elde edilen gelirlerin yönetimi de yine aynı şekilde asillerden alınan yetkiler çerçevesinde ve onların yararına kullanılmak zorundadır.

Çağdaş demakrasilerde aynı yönde ihtiyaçları olduklarını düşünen bireyler, bir araya gelerek güç birliği oluşturarak, temel hedeflerine ulaşmak için kurumsal yapılanmaya giderek partileşirler.

Tüzel kişilik kazandıktan sonra da, hedeflenen ihtiyaçları karşılamak üzere üretilecek her türlü politikanın özünde diğer "çember"lere değmeden, başka özgürlükleri ihlal etmeden bir orta yol bulma zorunluluğu vardır. Bunun aksi toplumun geneli tarafından kabul görmeyeceği için zaten yürürlüğe konması aşamasında, tekrar düzenlenmek üzere iade edilecektir.

Yine çağdaş demokrasilerde temel yasal uygulamalarda toplumun tüm kesimlerinden tam mutabakat aranıyor olması, azınlıkta kalan bireylerin haklarının korunmasına yönelik evrensel bir kuraldır.

İlkesel olarak iki kişi arasındaki hukuk ile ülkeler arasında geçerli hukuk arasında uygulamada bir fark yoktur.


...
Şimdi tek kelime yazıyorum. Bir isim. Bir ülkenin ismi:

Türkiye...

Resim pek uymuyor değil mi?

Resimde rotuş yapacak olanlar da yine bizleriz. Ama önce çemberimizi çizerken daha, başka çemberlerin de varlığını kabul etmemiz gerekiyor...

İhtiyaçlarımızı belirlerken de, o ihtiyaçlara erişmek için içine girdiğimiz her türden oluşumda da seçimlerimizi akli ve ahlaki süzgecimizden geçirerek bize ve içinde bulunduğumuz topluma en fazla faydayı sağalayacak şekilde yapmamız gerekiyor...

Aman dikkat bir sonraki seferde size "bizi o mu yönetsin, bu mu yönetsin" diye sorduklarında doğru şeçimi yaptığınızdan emin olunuz.

Yaptığımız seçimlerin kişi olarak sadece kendimizi değil gelecek kuşakları da yakından ilgilendirdiğini ve bugünden onlar adına da karar vermek zorunda olduğumuzu unutmayınız.

Sevgiler.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Küçük bir not:

Değerli dostlar, lutfedip zamanınızı ayırarak bu satırları okurken, uzun cümlelerden yoruluyor olabilirsiniz.

Ben içime geldiği haliyle yazmaya gayret gösteriyorum. Geri dönüp düzeltme yapmak, her yazdığım için doğru bir davranışmış gibi gelmiyor bana...

Sabrınız için teşekkür ederim.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Suskun

Fırının önünde kuyruk vardır.

Kamera sıradan üç-beş kişiyi tarayarak geçer, en öndeki orta yaşlı adamda durur.

Adam tam ekmeğe uzanırken, daha iyi giyimli birini eli görünür.

Mevcut en büyük banknotu uzatır. kalan 10 ekmeği alıp gider.

Orta yaşlı adam gözlerindeki kızgınlık ifadesiyle sessiz kalır.

Kamera adamın yüzünden açılarak genişlemeye devam eder.

Dijital efekt kullanılarak fırın, mahalle, şehir ve ülke geneline kadar yukarı çıkılır...

Gönülden bağlı olmak...

İçinizdeki sevgiyi elinizle tutup, bir teraziye koyup tartabilir misiniz?

Çokça yerde rastladığım, hatta gazetelerin 3. sayfa haberleri içinde sıkça yer alan bir durum: "Sevgilisini/oğlunu/kızını içindeki Tanrı sevgisini azaltmasından korktuğu için öldürdü..."
Üstelik çoğu zaman, kendisini buna yönlendiren, tavsiyede bulunan bir yol göstericisi, şeyhi, şıhı, bir şeyi de olabiliyor...

Bu nedir Allah Aşkına?..

Akl-ı Selim bir kimse böyle bir şey yaparak Tanrı'ya daha yakın olabileceğini düşünebilir mi? Akli ehliyeti olmayanlar yaptıklarından sorumlu tutulamazlar. Peki o kişileri buna itenlere ne demeli? Ya da hiç günahsız katledilenlerin hesabını kim verebilir?

Sevgi, içimizdeki ışık ve her şeyin özünde benliğimizdeki niyet, bizi Tanrı'ya yaklaştırır ya da uzaklaştırır...

Dikkat ediniz, her ibadetin başında sözlü ya da sözsüz olarak, niyetinizi akllınızdan geçirerek bir anlamda kendinize telkinde bulunursunuz... Yaptığınız ya da yapmadığınız fiziksel hareketlerin başlangıcında kalpten bir niyetiniz olmazsa sadece boşuna yorulduğunuzla kalırsınız...

Yani bu şu demek de değildir. "Bak Allahım, bunu yapıyorum, kayıtlara sevap olarak geçilsin lütfen..."

Sizin ne yaptığınızla ne yapmadığınızla ilgili değildir çoğu zaman işin özü...

Kendinizi kontrol edebildiğiniz sürece, aklınızı, bilincinizi gerçek aşka yöneltebildiğiniz sürece, bu yaşamınızda karşınıza çıkan birine deli divane olmuşsunuz, gözünüz başka kimseyi görmemiş... Bunların tamamı bu dünyada kalacak. Siz yanınızda gerçek aşkınızı götüreceksiniz...

Sevgiler.

8 Temmuz 2008 Salı

Kaynak 2

Basit bir yaklaşımla; her şeyi tasarlayıp yoktan var etme yeteneği ve gücüne sahip olan bir varlığın, konusu teste tabi tutulmak olan bir ortam için, gözler önüne serdiği bunca delilin yanında, akıllarda düşünme ve muhakeme etme fırsatı vermek için başka bir kulvardan kendisine zıt gibi görünen bir yaklaşımı görmemizi sağladığını niye anlamıyoruz?

Evrenin düzenini mistik ve ispat edilebilir yanıyla fizik yasalara uygun tasarlama yetisi olan, zamandan ve mekandan ayrı o en yüce varlık için, sizler sanıyor musunuz ki; evrenin tek atomundan galaksiler seviyesine kadar ya da tek hücreli canlıdan en kompleks organizmalara dek geçmesi gereken süreci beklemek gibi bir kaygısı olsun...

Doğrular ve yanlışlar baktığınız yere göre değişebilir, yer değiştirebilir. Ancak mutlak gerçekler sadece vardırlar.

Yaratan ile yaratılan arasında kendine yer bulmaya çalışan asalaklar, her dönemde doğruları kendi keserleriyle yontarak biçimlendirmenin bir yolunu bulmuşlardır. Belki şu kadar sayıda insanı da kandırmayı başarmış olabilirler. Gerçek olansa sadece kendilerini kandırmış olmalarından ibarettir.

Mahkeme günü geldiğinde ödüller ve cezalar gerçek hak tarafından dağıtılacaktır. Hiç bir doğru bu gerçeğin üzerini kapatamaz.

Charles Darwin, belki muhakemesini yürütürken bir yerlerde hata yapmış olabilir. Yeterli şartlar oluşmuş olsaydı belki kendisi de mutlak gerçeği görme şansına sahip olabilirdi. Bilgiyi yanlış yönde yorumlamış olması, varlığını ortaya koyduğu gerçeklerin değerini de azaltmaz şüphesiz... Zamanının imkanlarıyla teorilerinin doğruluğunu kanıtlamak adına yanlış bir yol izleyerek boşlukları düzmece kanıtlarla doldurmaya çalışması ve kendisinden sonra yaşanan düşünce akımlarının yanlış yönlere akıp gitmesi, yine gerçeklerin üzerini örtemez...

Öte yandan. Bilincimizin ve teknolojimizin bugünkü koşullarda dahi ilk bakışta görüneninden daha ilerisini keşfedemediği seviyede bir matematik içeren kutsal yazıtlarda, delil olarak ortaya konan daha nice gizli kalmış gerçek var ki zaman içinde mutlak surette kavramamız ve keşfetmemiz için bizi beklemekte...

Böyle bir yapıya sahip bir bilgi kaynağının sadece yüzeyden ilettiği mesajları alarak, bir de üstüne onları çarpıtarak yansıtmaya çalışan kesim, çıkarları doğrultusunda hareket ettiği sürece de esas gerçeğin iki yakası ne yazık ki bir araya gelemeyecekmiş gibi görünmekte...

Size verilen aklı kullanınız.

Yaratan ile aranıza herhangi bir kişi, kurum, zümrenin girmesine izin vermeyiniz.

Size iletilen mesajları başkalarından değil, birinci kaynağından; başka dilde değil kendi dilinizde okuyup anlamaya çalışınız.

Mutlak gerçekten hareketle, kendi doğrularınızı kendiniz belirleyiniz ve kendi muhasebenizi kendiniz yapınız...

Sevgiler.