23 Haziran 2013 Pazar

Karanfil

Analiz zamanı gelmiş...

Bir süredir... (Bir süredir mi? Bu saçmalık ne kadar uzamış ya Hu!)
Bir süredir boykot üzerine yazmak istiyordum, bir türlü zaman ayıramadım. Yarına bıraktıkça da işte malum, güncel beklemiyor...

Dolayısıyla boykot meselesini olabildiğince özet geçmek istiyorum...

Temelde bir yaptırım biçimi olarak boykot, hele ki itiraz edilen sistemin işleyiş biçimi olunca, tam isabet bir yöntem.

Ama bazı istisnalarıyla birlikte... Söz gelimi, yaşanan süreç içinde boykotun kıvılcımı olan "kahveci", zincir olmakla birlikte bir frenchise işletme. Yani normal şartlar altında, kurumsal kısıtlar haricinde bir şubenin sosyal davranışları, sadece o şubeyi bağlar. Sadece o şubenin işletmecisine şikayet edilebilir...

Oysa ki olay mekanınıdan çok uzaktaki başka bir aynı marka kahveciye oturup kahve içmek isteyenler, alkışlarla protesto edildi, ediliyor... Çok daha başkalarıysa "bakın biz sizin gibi düşünüyoruz"u gösterebilmek için, boy boy bayrak asmaya başladılar...

Sonuç?

Bir cadde üzerinde, bayrak asan ve asmayan bir takım dükkanlar türeyiverdi... Evlerde olduğu gibi...

Her ne kadar bir sivil itaatsizlik içinde de olsak, hiç birimizin, yasalardan uzak, aykırı bir eylem yapmak gibi bir niyetimiz yok öyle değil mi?..

Eh... Türk Bayrağının da şeklini, şemalini, ne zaman nasıl göndere çekilip indirileceğini tespit eden bir yasası var... Öyle kafana göre bayrak asamıyorsun... Bunu araştırıp ona göre davranmak lazım...

Gerçi hükümdar asınız buyurdular. Hem de üzerinde "başka herhangi bir işaret" olmadan... Ki bu "işaretin" ne olduğu hepimizce malum... Neyse. İtaatsizlik de kendisine karşı değil mi zaten...

Bu önemliydi, bu yüzden özet konunun içinde dahi yer vermek istedim...

Dönelim boykot mevzusuna.

Ekonomilerin temel noktalarından biri tüketim olduğuna göre, bu alışkanlıklarımızda yapacağımız küçük değişiklikler, birleştiğinde dev adımlar olarak geri dönecektir.

Neye dikkat ederek? Sermaye akışının ne yönde olduğuna bakarak... Yoksa a kahvecisini piyasadan silmek gibi bir takıntımız olmamalı... Oralarda çalışan insanları da göz ardı edemeyiz.

Sadece hangi bisküviyi, hangi makarnayı, hangi bankayı vs. tüketeceğimize, biraz araştırarak karar verelim yeter... Bunu yaparken de bir yığın logonun bir arada olduğu halde dolaşımdaki "bunları almıyoruz" direktiflerini değil, bir zahmet kendi küçük araştırmalarınızın sonuçlarını dikkate alalım...

Olmazsa olmaz ihtiyaçlar söz konusu olduğunda da, mecburen aldığımız ürünü, "daha idareli" kullanalım...

Evet boykot bu.

Gelelim... Ah polis ah!

Ya da ah "polis olarak gördüklerimiz" mi demeliyim?.. Malum bir kısmının "kask numarası" yok...

Ben, her ne kadar affedilir bir şey olmasa da, bu numarasız şahısların başka bir ekipten devşirildiğine (kim acaba bunlar... kim ama kim...) inanmak istiyorum. Değilse de, hala ama hala yaptıklarını yorgunluğa ve baskıya vermek istiyorum...

İstiyorum! Buna kim engel olabilir ki?

Değerli arkadaşlarım.

Dün akşamüstünden itibaren tekrar yaşamaya başladığımız senaryo gösterdi ki, bu iş, resmen seçim atmosferine girene kadar şiddetini değişik dozlarda bizlere hatırlatarak devam edecek... Yazık ki böyle...

Ama ne var, alanda çekişme içinde iki grup var. Biri halk, diğeri devlete ait olması gerekirken, hükumete aidiyet gösteren kolluk kuvvetleri... Ha bazen arkalarında, önlerinde Türkçe'den çok Arapçaya benzeyen naralar atarak, parlak edevatlar taşıyan başka yapılanmalar görmüyor muyuz? Evet görüyoruz... Ama bunlar (kafanız karışmasın biz olan "bunlar" değil) dikkat ettiyseniz halkın kalan kısmı falan değiller...

Ortada halkın bir kısmıyla diğer kısmı diye bir şey yok...

Sindirilmiş, bilgisiz ya da alenen yanlış bilgi pompalanan insanlar var...

Değil mi, 200-300 bin kapasiteli bir alana, önce 1 milyon, sonra 1 milyon 200 bin, en son dün de 1.5 milyon insan sığmıştı... İşin sonuna kadar benden bir 10 milyon çalışır...

Sadece suyla müdahale edilen bir ortamda, meteorolojinin tahminlerinden kaçan bulutlar var.

Taksi ve dolmuşlara erişimi engelleyen, çiçek koymak maksadını aşan gruplar var.

Türkiye'nin her yerinde, interneti olmayan, uydu yayını izlese de izleme alışkanlıklarını değiştirememiş, hatırı sayılır çoklukta insanımız olan biteni bu gözle izliyor... "Ah yine karıştırdılar ortalığı bak ne güzel gidiyordu" diye düşünmesinden daha doğal bir şey olabilir mi?

Meselemiz polisle değil arkadaşlar. Polis bizimdir, değildir. Aklı tutulmuştur, bilinçle yapıyordur yaptığını...

Meselemiz, kendisini gıllığa layık görenle, gözlerinin önünde perdeyle yaşayanla...

Artık sokaklarda değil, evlerde, kahvelerde, camilerde, otobüs duraklarında, hayatın içinde verilecek çok daha zor bir mücadele var.

Tabi mücadele derken :) artık prehistorik kalan sol söylemlerden bahsetmiyorum... İşçi kardeşim, yoldaşım vs... Söylerken bile komik geliyor artık yuh yani...

Buradan, soldan, sosyal eşitlikten ne anlamak gerektiği ve bu görüşü nasıl bir siyasi yapının temsil etmesi gerektiğini de açıklama gereği çıkıyor ki, önümüzdeki bir ya da birkaç makalenin odağında da bunlar olsun istiyorum zaten...

Bitiriyor muyuz? Daha söylenecek çok şey var deli misiniz :)

140 karakterle de kavga ediyoruz bir yandan....

Şimdilik budur...

Sevgiler.

18 Haziran 2013 Salı

21. GÜN

Dostlarım bugün 21. gün. Uzmanı değilim ama çok önemli bir psikolojik eşik olduğunu söyleyebilirim.

Sürekli tekrarlanan herhangi bir şeyin, "alışkanlığa" kolaylıkla dönüşebildiği bir zaman dilimi. Örneğin sigarayı bırakmayı başaranların, 3. haftadan sonra kararlı devam ettiklerinde sigaraya karşı daha fazla direnç kazandıkları bir noktadır, başından geçen hatırlayacaktır.

Bünyeden bünyeye değişiklik göstermekle birlikte, ortalama bir süre bu tabi ki...

Neden altını çiziyorum?

Bugün kendinizi çok uzun zamandır aynı ortamın içindeymiş gibi, yani olanlar "normalmiş" gibi hissederken bulabilirsiniz. Hatta sıkıldığınızı bile hissedebilirsiniz...

Hayır arkadaşlar olan biten "normal" değil!

Bu şiddet, bu aymazlık, bu saçmalık normal değil.

Daha önce çArşıyı bu kadar sevmiyorduk. Duran adama rahatlıkla deli galiba diye bakardık. Her güne bir göz kaybetmemiştik. Birkaçımız daha hayattaydı...

Unutmayın. Bazı insanlar bizi "hiç" sevmedi... Çok rahat, en az 10 tane gayet mantıklı senaryo yazabilirim bu yaşananlar hakkında.

Ama hayır. Gerek yok...

Bakınız mizah, üretilmesi için de ortalamanın üzerinde bir zeka gerektirir, mesajın alınması için de... Başından beri alanlardaki insan sayısı kadar mizah unsuruyla karşılaştık hep. Ve her geçen dakika bunlara, öncekileri katlayarak üzerine çıkan yenileri eklendi. Yani akıllı insanlarız...

Şimdi akıl ile hareket etme zamanı.

Yuh artık bu maskaralık da olmaz kimse inanmaz buna dediğimiz molotoflu taksim piyesinin uygulandığı günden beri, 200 TV kanalımız olduğunu var sayarsak, 197'sinden alenen penguen yayını yapılmaya devam ediyor.

Nasıl ki 25 liraya satın aldığımız deterjan için tercihimizi yönlendirmek üzere bir "akıl çelici" ordusu çalışıyorsa ve bizler de zömatiğin hayatımızda yepyeni ufuklar açacağına inanıyorsak, bana inanın, kıyafetinden kılına kadar "terzi dikimi" bir algı yönetimiyle karşı karşıyayız...

Bu dediğim piyesten bu yana ayrıca bir de gezi direnişi, şiddet sarmalında eritilip sıcak servis yapılıyor. Bu noktadan sonra, zaten sonuç vermeyecek olan seçilmiş temsilcilerin gak gukları da kesildikten sonra, dışarıda yediğimiz gazla, kısılan sesimiz, bozulan moralimizle kalırız...

Öte yandan, polisimiz gerçekten çok yoruldu artık. Her ne kadar yedek kuvvetlerin de devreye alınma ihtimali de olsa, bunu hiç kimse "aman çocuklar yorgun, bellerindeki şeyi kullanmadan zindesiyle değiştirelim" diye yapmadığı gibi, takip ediyorsanız, koru üfleyenler de var...

Gelin biz bunu böyle yapmayalım.

İtirazı olup hala sokaklarda kalan arkadaşlarımızdan başlayarak, durumu izah edip, konuşarak +1 şeklinde ilerleyelim.

İnsanlar "hala" bir gözleri saatte, 21:00 olmasını bekleyip balkonlara çıkıyor. Yalnız, bir şeyi hatırlatayım. Bir önceki balkon itirazları ne kadar sürmüştü? Ya da Susurluk olayı, "aa bak halkımız çok rahatsız oldu, en iyisi çözelim biz bunu" mu dedi birileri... Ya da halen aydınlığa kavuşmuş bir karanlık göreniniz var mı?..

İnsanlarımıza nelere, neden itiraz ettiğimizi bir bir anlatmamız gerekiyor. Aklın yolu birdir. Elbet içlerinden kendi özgür iradeleriyle daha iyiyi tercih edecekler olacaktır.

Ki buna "demokrasi" diyoruz...

Sevgiler.

13 Haziran 2013 Perşembe

Orantısız Güç

Dillerden düşmeyen "orantısız güç" ne menem bir şeydir?

Bunun üzerinden, 140 karakteri ziyadesiyle aşan bir yazı oldu :) Ama okunuyor yani korkmayın...

Açıklaması aşağıda*, kısaca denkliğin her iki tarafı da aynı birimden değilse zaten oran ve orantıdan bahsedilemez...

Devletin olması gerekirken, hükumetin polisi şeklinde davrananlar, (devletle hükumeti de karıştırmayalım) günlerdir ve halen, kullandığı yöntemlerinde matematikle açıklanamayacak bir çokluk kullanmaktadır.

Devlet, kurumlarıyla tarafsız olması gereken, birbirinden bağımsız, yasama, yürütme ve yargıdan oluşan mekanizmalar bütünüdür.

Yargı, tıpkı sağlık alanında olduğu gibi, karşısına gelen vatandaşlara tarafsız ve eşit muamele göstermesi beklenen, konusunda uzman "yargı çalışanlarınca" verilen bir "hizmettir".

Yasama, bizim için 76 milyon insanın her seferinde bir araya gelemeyeceği için, aralarından "seçilen vekillerce" yürütülen, toplumun tümüne ait, çağdaş, evrensel değerlerle çelişmemesi gereken yasalar, kararlar ve düzenlemelerden ibarettir. Bizim sistemimizde sadece hükumetin değil, meclisin büyük çoğunluğunun verdiği kararlar geçerlidir.

Yürütme, (çalma değil, uygulama anlamında) devletin diğer organlarının "yasal çerçeveler içinde" işlemesini sağlayacak olan kadroların üstlendikleri "görevdir". Sağladıkları seçim başarısına istinaden, siyasi partilerden birine bu görev Cumhurbaşkanı tarafından verilir (gerekirse alınabilir de). Buna da hükumet denir.

Hükumet, sadece kendisine yasalarla çizilmiş hatlar içinde hareket edebilir. Yargıya, yasamaya ve toplumun tamamına karşı "sorumludur". Böylesine kısıtlanmış bir göreve gelmek ya da o görevde kalmak için bazıları neden bu kadar heveslidir? O da başka bir makale konusu...

...
Rahmetli babamın bir sözü vardı. Benim yeni yeni aklımın ermeye başladığı zamanlara denk geliyordu icraatın içinden programlarının tv(ler değil 1 tane vardı)de yer alması... Hiç unutmuyorum, oğlum demişti, şimdi ben, şehir kulübünde sandalyenin üstüne çıksam, desem ki; bugün oğluma pantolon aldım, arabamın taksiti bitti, yarın da eşime bir araba daha alacağım... Olur mu hiç? Ayıptır... Bu söylediklerini yapmak zaten görevleri...
Evet, bizim toplumumuzda böyle konularda övünmek, ayıptır...
...

Güncele dönecek olursam;

Bugünlerde de bazı rakamlar havalarda uçuşuyor. Hükumet etmekle görevli kişiler, milyarla ifade bulan ağaç diktiklerinden dem vuruyorlar... E aferin... Ama bu hepi topu beş yüz küsür başka ağacın yaşamına son verme hakkını vermez ki...

Aynı kişilerin "Yaradılanı severiz, Yaradan'dan dolayı" demelerini nereye koyacağız?

Bir de şöyle bakalım,
- Efendim biz 400 tane kadın doğum ve anne sağlığı hastanesi yaptık. Her biri 30bin metrekare...
+ Eeee?
- E'si, yarın sabah, zaten 70 yaşına gelmiş 1000 kişiyi öldüreceğiz...

Ne farkı var!

Polis, işin en başında malum sürecin içine dahil olmak zorundaydı. Ama "çevreci bir protesto" eylemi gerçekleştiren halkı gaz ve basınçlı su ile dağıtmak için değil, bu kişilerin etrafında koruma çemberi oluşturarak, bu fikrin ifade bulmasına yardımcı olmak ve bu toplanmayı suistimal etmek isteyecek "dış mihrakların" içlerine karışmasını önlemek için... Polisin armasındaki yazıdan bu sonuç çıkıyor...

Önce sadece gaz ve toz bulutu vardı...

Evet, toplumsal bir kırılma noktasındayız. Bu olanlar elbette ki unutulmayacaktır. Neyin nasıl olması gerektiği ve nasıl olmaması gerektiği konusunda hızlandırılmış bir kurstan geçmiş olduk. İlk sınavımızı da önümüze konacak ilk sandıkta vereceğiz tüm ulus olarak.

Fanatik futbol takımı taraftarı gibi, babasının siyasi görüşüne devam edecek bir nesil yok artık...
Kaldı ki futbol fanatizmi bile kabuk değiştirdi... Ortak paydalar söz konusu olunca birleşmesini de bildi...

Tüm toplum olarak da, ortak paydalarımız konusunda, tüm baskılara rağmen, birleşerek hareket edebildiğimizi gördük... Bunu geliştirerek devam ettirmek zorundayız.

Biz ve onlar diye bir şey kabul edilemez.

Tercihlerimizi belirleyen bilgi birikimini, bunları "öğrenmesi engellenmiş" kişilere de iletebilirsek, ve yine de tercihlerinde özgür kalmalarını sağlayabilirsek, doğru olan eninde sonunda hak ettiği değeri kazanacaktır.

Bu ülkede onyıllardır eğitimden yargıya, ordudan kamu kurumlarına, devletin hemen her kurumunda yapılan kadrolaşmalar sonucunda, başka bir yönetim biçimi isteyen insanlar, toplumun tamamına ters düştüğü halde, uzun süredir hükumet ettikleri için, artık kendilerini vazgeçilmez tek seçenek olarak görmeye ve işin başında marjinal açıklamalar olarak görülen görüşlerini, tek tek ama sezdirmeden, ama zorla empoze etmeye başladılar.

Duble yolundan makarnasına, inanç sömürüsünden bu ülke ile hesabı olan herkesle iş birliği içine girilmesine kadar, her vesileyle popülasyonunu artırmayı beceren bu kadro, kitlelerin önüne koyduğu havuç(lar)la aslında sadece kendi ajandasını takip ediyor...

En son gelinen nokta, "böl yönet"tir. Bugün Müslüman - laik, yarın laik kesimi kendi içinde içki içen - içmeyen şeklinde devam edip gidecektir bu senaryo...

Görülmesi ve altı çizilmesi gereken, toplumun hiç bir kesimi arasında "aslında" bir problem olmamasıdır. Nasıl olabilir ki, şimdi ben, güncelin doruk noktaya tırmandığı senaryo için konuşuyorum, kalkıp 13 yıldır oturduğum mahallemde penceresine bayrak asmamış olan komşumun kapısına mı dayanacağım... Ya da o mu gelecek bana seni camide görmüyorum diye... Olabilir mi böyle bir şey...

Birlikte yaşamayı bu kadar zamandır becerdiğimize göre, bundan sonrası için de bu durumu geliştirmekten başka yolumuz yok...

Yakın zamanda yaşanan polis şiddetine, gaz kullanımına, 45 derecelik açıya vs hiç girmiyorum...
Bunlar adli konular. Eninde sonunda yasal olarak, en başındaki karar veren merciye dek elbet gereği yapılacaktır.

Algılarımızın ve dikkatlerimizin daraldığı bir çağda (bkz. 6 saniyelik vine videoları) şimdilik kaydıyla 2 haftalık yorucu ve uzun sayılabilecek bir dönem geçirdik, geçirmekteyiz...

Bu süreçte rahat koltuklarında olsalar da yıprananlar oldu, benim gibi... Ama en çok alanlarda, sokaklarda kan ve ter içinde mücadele eden arkadaşlarımız oldu... Ve yoruldular!

Sadece şunu hatırlatmak istiyorum: "Bir şeyler değişiyor!" Mesele kışla, o, bu, şu değil. Bakış açısı...
İnsanların, bütün toplumun, evrilmesinin önünde hiç bir güç duramaz... An itibariyle negatif bazı gelişmeler bile olsa, karamsarlığa kapılmaya değil, önümüze bakmaya ihtiyacımız var...

Her şeyin olduğu gibi bu yazının da bir sonu olmalı değil mi :)

Ekleme yaparsam haberdar ederim...

Sevgilerimle!


*
ORAN – ORANTI

A. ORAN
a ve b reel sayılarının en az biri sıfırdan farklı olmak üzere, ye a nın b ye oranı denir.

•** Oranlanan çokluklardan ikisi aynı anda sıfır olamaz.
•** Oranın payı ya da paydası sıfır olabilir.
•** Oranlanan çoklukların birimleri aynı tür olmalıdır.
•** Oranın sonucu birimsizdir.

B. ORANTI
En az iki oranın eşitliğine orantı denir. Yani oranı ile nin eşitliği olan ye orantı denir.
Bu orantı a : c = b : d* biçiminde de gösterilebilir.

ise, a ile d ye dışlar, b ile c ye içler denir.