4 Aralık 2015 Cuma

Cecille Geldi Koşun

Cecille?

Bu sen misin? İnanılmaz! Ne kadar değişmişsin. Çok güzel olmuşsun... Ne kadar oldu görüşmeyeli, bir yıldan fazla korkarım... Ben neler diyorum, lafa daldım çenem düştü yüne... Gel, gel içeri kapıda kaldın. Soğuk dışarısı...

E, anlat bakalım; kuzeyden yeni haberlerin var mı?

Ortak dostumuz Benjamin nasıl?

Sesini duymayalı çok zaman geçti. Çok özlemişim seni...

Ah çok özür dilerim, affet beni, aç mısın uzun yoldan geldin, yorgun ve acıkmış olmalısın. İzin ver sana bir şeyler hazırlayayım...

Geleceğini haber verseydin sana daha güzel şeyler hazırlardım. Şimdilik kusura bakma ne kaldıysa onlarla idare etmemiz gerek. Ama sana söz yarın ilk işim, çıkıp senin o çok sevdiğin havuçlu kek için malzeme almak olacak... Şimdi de var gerçi de hepsi taze olsun, sen taze seversin.

İnan başka bir yerde görsem seni tanımayamayabilirdim. Boyun ne kadar uzamış, saçların da öyle... Ahaha tabi ki şaka yapıyorum, seni nerede olsa tanırım ben, canım bebeğim...

Ah Cecille, her zamanki gibi sessizsin. Çiçek kokun olmasa geldiğin bile belli olmayacak.

Yoksa ben mi çok konuştum. Ama dur sen, haberlerim var sana...

En son haber, Vasilyevler ile aramız biraz limoni. Hiç hoşuma gitmiyor bu durum ama elden bir şey gelmiyor. Ama ben başka hesaplar peşinde olduklarını düşünüyorum... Neyse gelir gelmez can sıkıcı konulardan konuşmayalım. Gerçi sadece ben konuşuyorum ama olsun...

Aslında sana bir şey söyleyeyim mi sevgili Cecille, düşündüm de aslında sana verilecek pek de güzel haberlerim yokmuş ne yazık ki... Neden öyle dediysem...

Bizim buradan öte diyarlara giden üç beş kişinin başarılarıyla avunur oldum. Ama laf aramızda onlar da gurur duyulmayacak gibi değil. Çok zor hastalıklara deva bir çok araştırmalarında nihayet müspet neticeler almaya başladılar bu dediklerim. Ama bunları sen de duymuşsundur zaten...

Buralarda olan biteni duymamanı tercih ederim aslında. Olmamış gibi davranmak da doğru değil tabi de, insan bir süre kendini dinlendirmek istiyor. Yorucu olabiliyor bazen.

Bunlarla canını sıkmayayım ben. Daha çok kadim dostum Benjamin ile konuşuruz böyle şeyleri zaten...

Değil mi?

Cecille?

Ah Cecille... Kuzum uyumuşsun yine...


18 Kasım 2015 Çarşamba

Seninki Kaç Metro

Bugün şöyle bir tweet yayınladım,

"metro izlenimi 2: bir vatandaş, yanındaki yolcunun okuduğu sözcüyü yırtıp attı ve bağırmaya başladı, niye rtenin yaptığı metroya biniyormuş!"

Ooo... Hiç olmadığı kadar olumlu-olumsuz tepki aldı. Tabi bunda sevgili Levent Üzümcü'nün aynı yayını "Şahane faşizm" yorumuyla paylaşmasında büyük pay var...

E tabi 140 karaktere sığmayan bir sürü detay var. İzninizle biraz açayım.

Öncelikle bazı bilgi notlarını bir kenara koyalım. Dünyanın en eski 2. yer altı toplu ulaşım sistemi, Taksim - Karaköy arasında (573 metre) 1871-1874 yılları arasında yapılmış. Özellikle İtalya'da asansör denilen sistemle çalışmasına karşın, yer altında çalışması nedeniyle ilk metrolardan sayılıyor.

Yine Taksim - 4.Levent arasındaki 6 duraklı, İstanbul'un 2. metro hattı, 1992 - 2009 yılları arasında, güncel ekonomik koşulların da etkisiyle bir miktar gecikmeli olarak yapımı tamamlanmış ve hizmete alınmıştır.

Bu tarihten sonra, öncelikle mevcut hatta yeni duraklar eklenerek uzatılmış, yeni hatlarla da bu ağ desteklenerek hizmetine devam etmektedir.

1983'ten sonra iktidara gelen hükumetle birlikte, ekranlarımızda "icraatın içinden" adlı bir propaganda programı izler olduk. Rahmetli babamın söylediğini hiç unutmam, "oğlum," demişti, "ben şimdi şehir kulübünde bir masaya çıksam ve desem ki, bugün küçük oğluma ayakkabı aldım, tüpü değiştirdim, ev kiramızı ödedim... hiç olur mu... Bunlar zaten benim görevim."

Şimdi; ilki 3 yılda, sonrakiler ortamın, ülke ekonomisinin ve teknolojinin izin verdiği makul sürelerde tamamlanan metro çalışmaları, temel olarak devletin (hükumet başka bir şey) vatandaşına sunmak zorunda olduğu konforlardan sadece biri... Buna duble yolları, köprüleri, hava limanlarını aklınıza ne gelirse eklemeniz mümkün...

Bu gibi hizmetlerin birer propaganda aracı olarak kullanılması, yanı sıra eğitim sisteminden beslenme alışkanlığına, yasaklanan özgürlüklerden baskılanan hayat tarzlarına, sürekli tekrarlanan kurgusal sanal gerçekliklere kadar pek çok etki sayesinde vatandaşımız da haliyle, on küsur yıldır iktidarda olan ama ondan 30 - 40 yıl öncesinde (hatta Cumhuriyetin ilanının hemen ardından) geriye dönüş de değil, kendi menfaatlerine uygun bir yönetimin etkisi altında kalıyor...

Faşizm, genel olarak tanımı gereği milliyetçi söylem üzerinden otoriter bir devlet düzeni kurmaya çalışan bir anlayışın adıdır. Ancak biz kimlikler üzerinden öyle küçük parçalara ayrıldık ki, kafa karışıklığı yaşayan ortalama insanımız, öz kaynağı acaba nelerden bahsediyor diye merak etme ihtiyacı duymadan, önüne din diye konan kurallar manzumesinin birleştirici olması umudunun peşinden koşuyor.

Aralarında iyice radikalleşenler de, işte malum bir takım siyah bayraklar sallamaya başlıyorlar. 

Tweete dönelim;

1 Her şeyden önce, bir başkasının sahip olduğu bir nesnenin (gazete), elinden izni olmadan alınıp yırtılarak yere atılması, yırtılanın içeriği ne olursa olsun bir suçtur.

2 Söz konusu gazetenin yine izinsiz olarak yırtılması, içeriğini değiştirmez. Basılı bir başka kopyasından aynı içeriğe ulaşılabilir. Bu içeriğin iddia ettikleri eğer doğruysa, bu, o gazete yırtılarak yok sayılamaz. Sayılırsa düpedüz aptallık olur.

3 Bu eylemden sonra olay mahalinde tepki gösterilmemiş olması, eylemi gerçekleştireni haklı hale getirmez. Nitekim buyurun tepkimi "darp edilme riski" olmadan buradan veriyorum. (yoksa hala var mı)

4 Yüksek tondan konuşmak, haklı olduğunuz anlamına gelmez. Söz konusu yapıyı, söz konusu kişi kendi cebinden yaptığı harcamalarla meydana getirmemiştir. Mevcut yapının her bir vidasında ülkenin, sorumluluklarını yerine getiren her ferdinin hakkı vardır.
...

Bu böyle uzar gider...

Tepkilerden bazıları için de söylenmesi gerekenler var şüphesiz.

Ne zaman başladığı belli olmayan toplumsal kutuplaşmamızın bir ürünü olarak; eylemi doğru bulanlar, kurabildikleri birkaç cümle içinde, özetle ancak "yalan bu" diyebilmiş, çoğunlukla da küfürle karışık hakaretlerde bulunmuşlardır.

Hazin olan, diğer kutuptakiler de çoğunlukla "Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyette ne arıyormuş" minvalinde, nispeten daha uzun cümleler kurmaktalar.

Değil sevgili arkadaşlar değil... O da değil, o da değil...

İkisinin arasındaki gri bölgede "hep birlikte" yaşamayı "tekrar" öğrenmemiz gerekiyor...

Yapmış olanlar daha iyi anlar, yapacak olanlar da anlamaya gayret etsin, çocuklarımızı bu saçma tartışmaların tırmandığı bir ortamda büyütemeyiz...

Bir sonraki nesil böyle bir şey olmamalı...

İçleri boşaltılmadan önceki halleriyle bazı kavramları, başkalarına anlatmamız gerekiyorsa, önce orijinal kaynaklar üzerinden kendi bilgilerimizi güncellememiz lazım...

Haydi bakalım :)

Sevgiler.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Cİ x 10

İlk iz bırakan görüntü; bir sokağın köşesinde toplanmış insanların, bir şeyleri protesto etmeleri ve ortamda bunu engelleyen kimsenin olmayışıydı.

İkincisi, yer yer bankların hatta karşılıklı sohbet etmeye uygun, çapraz yerleştirilmiş koltukların serpiştirildiği geniş yaya kaldırımları... Hem de hiç çürüğü çarığı olmayan kaldırımlar, insanların yürürken yere değil, ileriye(!) bakmalarına bir sebep.

Bisiklet yolları, ağaçlar, otomobil ve motosiklet için ayrılmış park alanları, çöp kovaları ve dümdüz yollar...

Yerlerde çöp yok, dolayısıyla bir şeyi atacağınız zaman atacak uygun bir çöp kovası arıyorsunuz. Trafik ışıkları bezdiren uzunlukta değil, herkes riayet ediyor.

Yani, İstanbul'un en iyi bildiğiniz caddesinin en temiz ve düzenli 100 metresini düşünün. Düşündünüz mü? Şimdi bütün bir şehrin böyle olduğunu gözünüzün önüne getirin...

İşte Barselona böyle bir yer...

Standart bir Avrupa şehrinden beklenen özellikler olsa da burası için farklı olan sanırım bu durumun 100 yılı aşkın bir süredir böyle olması... Binaların köşelerindeki sokak tabelaları o kadar eski ki, baktığınızda anlıyorsunuz...

Bir şehrin bu kadar uzun bir süredir bu düzene sahip olması ister istemez insanların hayatlarına, alışkanlıklarının DNA'sına işlemiş... Yani kökenlerinden gelen bir durum söz konusu... Bir solukta sayılabilecek onlarca dünyaca ünlü sanatçıyı da belki de bu sayede yetiştirmiş ya da barındırmış bir yer...

Üstelik sadece her birine ait müzeler de değil şehrin insanlarının sanata olan ilgisini ispatlayan...
2013'te dünyanın pek çok önemli şehrinde galerileri olan Marlborough Galery sanatçıları arasına katılan Ahmet Güneştekin'in Kökenin Yetisi (El poder de los orígenes) adlı sergisine gösterilen izdiham derecesindeki ilgi, şehrin insanlarının teveccühü dışında, tabi ki Güneştekin'in de haklı bir başarısı...

Kendine ait benzersiz tekniğini yıllar içinde geliştiren sanatçının eserlerini izlerken, boyut kavramından uzaklaşıp farklı bir dünyanın içinde buluyorsunuz kendinizi...

Sınırları olmayan, aynı güneş tarafından ısıtılan insanların yaşadığı bir dünya... Orada Aşil askerleriyle, Zümrüt-ü Anka kanatlarıyla koruyor sizi...

Üzerine bastığımız Anadolu toprağının kadim öyküleri, yüzümüzü karartan günlük tantanaların yarına kalmayacağını dan, dan vuruyor yüzünüze...

Ve aniden kendinizle karşılaşıyorsunuz kaçınılmaz olarak... Ustaca yerleştirilmiş dışbükey yansıtıcı yüzeylerde kendinizi daha farklı perspektiflerden deneyimleyerek, hayata bakış açınızı da sorgulama fırsatı buluyorsunuz...

Cüretkâr renkler, hayatınızdaki gri alanları gözden geçirmeniz gerektiğini; devasa boyutlarıyla tuvaller, aslında ne kadar küçük bir mahlûkat olduğunuzu hatırlatıyor size...

Gelelim işin en heyecanlı tarafına.

Bu deneyimi yaşamak için ta Barselona'ya kadar gitmeye de gerek yok (hoş gitmek lazım o ayrı).
Yarından itibaren (12-15 Kasım arasında), Lütfü Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda başlayacak olan ve 10. yılını kutlayan Contemporary İstanbul Sergisi kapsamında Ahmet Güneştekin eserleri izlenebilir.

Fotoğraflardan asla yeterince yansımayacak etkileri kaçırmayın derim.

Sevgiler




‪#‎contemporaryistanbul‬ ‪#‎contemporaryart‬ ‪#‎sculpture‬ ‪#‎malboroughgallery‬ ‪#‎AhmetGüneştekin‬

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Ne Yaptım Sandın?


Geceler uykusuz geçiyor ya
soğuk ve karanlık...

Ve gündüzlerde yorgun oluyorum ya
sen sevmezsin hani...

Yok oluşlarım var ya
Sessiz kalmalarım var ya

Kağıt kalemden uzağım ya
kaç zamandır...

Ne yaptım sandın?

Ağladım ben hep...