Bir atasözü gibi okuyabilirsiniz; ya da sıradan bir sosyal medya aforizması gibi.
Ama hangi gözle bakarsanız bakın, değişmeyen bir gerçek var: Bu söz, zaman geçtikçe doğruluğundan gram kaybetmiyor.
Savaşmak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle, “eğer milletin hayatı tehlikeye girmemişse, cinayettir.”
Bu söz, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir kumandana ait. Bu nedenle hem tarihi hem ahlaki değeri yüksek.
Eskiden savaşlar, düşman kuvvetlerin belirli bir alanda karşı karşıya gelerek üstünlük sağlamaya çalıştığı, bir anlamda cephelerin bile “namuslu” olduğu çatışmalardı. Evet, sivil halk elbette acı çekerdi, ama savaş daha çok askerin savaşıydı. Yaralıları almak için zaman zaman ateşe ara verilirdi. Hastaneler hedef sayılmazdı. Bazı etik sınırlar hâlâ geçerliydi.
Ama o dönemler çok geride kaldı.
Körfez Savaşı: Savaşın Ekrana Taşındığı Çağ
İlk kez 1990’ların başında, Körfez Savaşı ile savaşın medya gösterisine dönüştüğüne tanık olduk. Duygulara hitap eden müzikler eşliğinde, başka yerlerden çekilmiş, petrolle kaplanmış kuş görüntüleri servis edildi. Hatta bazı sahnelerin kurgu olduğu iddiaları bile gündeme geldi.
Bu sadece propaganda meselesi değildi. Aynı zamanda savaşın tanımının değiştiği bir dönüm noktasıydı. Uzaktan yönetilen füzelerle, binlerce kilometre öteden "hedefler" vuruluyordu. Ancak bu hedefler çoğunlukla şehirlerin içindeydi. Ve "hata" payı hep sivillerin canına mal oluyordu.
Bu da bize şunu gösterdi: Modern savaşlar, artık devletlerin kendi yurttaşlarını koruma görevini öncelik yapmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Aynı Tanrı, Farklı Silahlar
Gelelim bugün yaşananlara…
Özellikle İsrail ile İran arasında tırmanan gerilim, görünürde din temelli bir çatışma olarak sunuluyor.
Ama durup düşünelim:
Masa, table, tisch…
Üç farklı dilde aynı nesneye verilen üç farklı ad.
Anlam aynı, ifade biçimi farklı.
Tıpkı dinler gibi.
İki devlet de yönetim biçimini dine dayandırıyor. Dilleri farklı, ritüelleri farklı. Ama her iki inanç da aynı Tanrı’dan söz ediyor. Emirleri, yasakları ve değer sistemi büyük ölçüde benzer.
Ancak tarih boyunca şu cümleye benzer çarpıklıklar doğdu:
"Sadece bir Tanrı var, ama benim Tanrım seninkinden üstün."
Bu tür oksimoron yaklaşımlar, yönetimi elinde tutanları farklı olana baskı kurmaya itiyor. Din, bir barış öğretisi olmaktan çıkıp, meşruiyet aracı haline geliyor.
Sonuç?
Görünürde inançların çatışması gibi görünen savaşların ardında, çoğu zaman kaynak, güç, nüfuz gibi çıkar hesapları yatıyor.
Kazananı Olmayan Savaş
Peki bu savaşlar ne kadar sürer?
Kim kazanır?
Gerçek şu ki: Bu savaşların kazananı olmaz.
Füzeler, sözde “askeri hedefleri” vururken, gerçekte çocukları, hastaları, evleri, hayatları yok eder.
Sonra yeni silahlar yapılır.
Yeniden kullanılır.
Ve döngü tekrar başlar.
Bu arada, pandemi döneminde halka dezenfektan içmeyi öneren liderlerin bu karmaşada hâlâ etkili pozisyonlarda olması da, işin vahametini başka bir boyuta taşıyor. Ama bu, başka bir yazının konusu.
Barış Gelir mi?
Barış, sadece silahların değil, nefretin de sustuğu bir düzendir.
Barış, adaletle mümkündür.
Ve barış, yalnızca halkların istemesiyle değil, yöneticilerin gerçekten istemesiyle gerçekleşebilir.
Asıl soru şu: Yönetenler gerçekten barış istiyor mu?
Cevabı, aslında çok önceden verilmiş bir sözde gizli:
Yurtta barış, dünyada barış.