4 Aralık 2013 Çarşamba

Cem'i Cümle

Ey cemaat!

Nedir bu cemaat yahu!

Yanlışım varsa düzeltin. Bildiğim kadarıyla, aynı camiye devam eden ya da aynı imamın arkasında saf tutan insanlar topluluğu demektir. Hatta cami kelimesine de kaynak oluşturur, toplaşma yeri anlamında.

Ne için? Niye toplanıyor bu insanlar?

İslam, yine bildiğim kadarıyla, Yaratan ile kulun direkt irtibat halinde olduğu, arada diğer semavi dinlerde olduğu gibi herhangi bir ruhban sınıfının olmadığı, hatta yasaklandığı bir dindir. Yani kişiler, başka bir kişinin izni, otoritesi, vs. olmadan kendi inanç dünyalarıyla baş başadır.

Tek ve en üstün İslam kaynağı olan Kur'an'da, bir kişi, İslam'a inanıp inanmamakta serbest olduğu gibi, kendisinden beklenen ibadetleri yapıp yapmamakta da özgür bırakılmış, hesap günü, her bir bireyin kendi yapıp ettiklerinden (ya da yapmadıklarından) sorumlu tutulacağı, her vesileyle altı çizilerek aktarılmıştır.

Söz konusu ibadetlerden biri olan namaz, diğerlerinde olduğu gibi yine kişinin kendi inisiyatifine bırakılmış, doğru yönde, temiz bir mekanda, doğru yöntemlerle uygulanması yeterli görülmüştür. Ancak, yardımlaşmak, birlikte olmak vb. sosyal etkileri açısından haftanın bir günü, vakit namazlarından en az birinin, beraber yaşanılan toplulukla birlikte kılınması, İslam'ın ilk zamanından bu yana adet haline getirilmiştir.

Böylelikle nesiller arasında İslam öğretisinin de aktarılması mümkün olmuştur.

Böyle masum değerlendirince "cemaat" hiç de örgütlenme gibi görünmüyor değil mi?

Peki biz son günlerde her iki lafın biride duymaya başladığımız, nasıl bir cemaat ile karşı karşıyayız ki, vaktiyle MGK toplantılarına bile konu olmuş?

Gaz ve toz bulutuna kadar gitmeye gerek yok ama, işin başı, dini siyasete konu ederek kendisine fayda sağlamayı adet edinmiş herkes için geçerli yöntem: Öncelikle aradaki tek en güçlü bağı kırmaktır. "Kur'an'ı orijinal dilinden okumazsan hiç bir şey anlamazsın", "Arapçasını okumazsan geçerli olmaz"...

Oku!

Bırakınız satır aralarında aktarılan mesajları algılamayı, başka bir dilde yazılmış herhangi bir kitabı en yalın haliyle anlayarak okuyabilmek için, o dili ne seviyede öğrenmek gerekir? Bu ne kadar zaman alır?

Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz...

6 yaşından itibaren, aman çocuklarımız dinini doğru öğrensin diyerek gönderilen kurslarda, herhangi bir pedagojik formasyondan uzak (üstelik kim bilir nelere daha yakın) koşullarda, soyut düşüncenin henüz gelişmediği beyinlere kazınan elif, ba, lam, mim'in kime ne faydası var?

Faydası şu, büyüdüğünde de kolaylıkla maniple edebileceğin, bunu yap, bunu yapma diyebileceğin yığınları en başından yetiştirebiliyor olmak... Üç aylık yaz kursunda çocuk Arapça öğrenmiş mi, kitabı doğru düzgün okuyabiliyor mu, okuduğunu anlayabiliyor mu, anladığını yorumlayabiliyor mu, kimsenin derdi değil...

Hatta zaman içinde bu eğitimi almış insanların, ikinci nesil çocuklarının yönelimlerini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Hele ki bir de bu ikinci neslin bir şekilde hukuk, idari bilimler, vb fakültelerde okuyabilmesinin yolunu açarsan, (değil mi İmam-Hatip Okulları mezunları branşları olan ilahiyat fakülteleri yerine bir çok değişik fakültelere yerleşmeye, "eğitim birliği" kisvesiyle hak kazanmadı mı) çok değil 5-10 yıl içinde en alttan kamu kurumlarında kadrolaşmaya başlayan cemaat mensupları, bir 10-15 yıl sonra yüksek kademelere gelecek, yönetim ve uygulamalarda kilit noktaları ele geçirecektir (ki kopan fırtınalar da bu yüzdendir). İşte o zaman tadından yenmez...

Şimdi soru şu:

Böyle bir yapılanmanın amacı ne olabilir?

Ulvi duyarlılıklarla hizmet peşinde olduklarını düşünebilir miyiz (hala)?

Yazık ki siyasetin içinde din unsurlarının kullanılmasına izin verdiğimiz sürece bu ve benzeri kadrolar hep olacak. Üstelik bu kadrolardan ya da kadrolar arası çatışmalardan medet umanlar, hiç olmasını istemeyeceğiniz kanatlardan da çıkacak. Belki de en vahim olan, televizyonlarda tartışıldıkça, bir yandan meşrulaşacaklar da...

Belki de hep bir ağızdan bağırmamız gereken yeni bir slogan bulmalıyız...



2 Kasım 2013 Cumartesi

Paratoksite

Tabi ki de yanlış yazmış değilim başlığı.

Burada şair, aslında; para (maddecilik) ve toksite (kirlenme) kavramlarını bir arada kullanarak apayrı bir mesaj verme çabasındadır. Ayrıca anlamlar derinleştiğinde, durumlar kulak memesinden hallice paradoksal yolculuklara çıkmıyor da değildir hani...

Yaşadığımız ülke sınırlarıyla çerçeveleyeceğim insan topluluğu, (Türkiye ve Türk yazmaktan imtina ediyor değilim) özellikle son dönemlerde, maddiyata olan bağımlılığındaki aşırılıklarla başka bir yöne doğru akmaya başladı. Bi' haller oldu Türk insanına...

Aslında toplumun geneline yaymak ne kadar doğru, o da ayrı mesele... Ama tercihleriyle ortaya koyduğu da, yazık ki bu yönde. Bu tercihleri yaparken ne kadar özgür irade, kaç gram doğru eğitimli bilinç ile hareket eder, bu da ayrı tartışma konusu. Doğru, neye göre doğru, keza... Minicik bir tanımın bile içinden çıkılmaz bir hal aldığı bir durum.

Daha çok, toplum mühendisliğini otomatiğe bağlamış bir yönetici kadrosunun, bilinçli yönlendirmesi. Ki "siyaset etme" tanımına uyması dolayısıyla söylenecek bir söz yok. Ama yöntem ve uslubu dışında tutmak kaydıyla. Ek olarak bu ana akımın karşısında yeterli teknik donanıma sahip bir alternatifin olmayışı da cabası, bocası, bocalaması...

Sokak kavgasına karışmayan okul öğrencisi elitliği de bir yere kadar. Bir de bari elit olsa...

Başlayalım mı gayrı?

Her bulduğun boş araziye bir AVM kondur, arazi boş değilse boşalt.
Ki, rant geliri ya sana ya, yandaşına aksın.
Ki, satın almanın uyuşturucusu sokaktaki insanı tatmin etsin, meşgul etsin, borçlandırsın, büyük resimlerden uzaklaşıp küçük cebiyle uğraşsın.

İnanç alanında bilgi akışına dil engeli koy.
Ki, anlamayan yığınlar sen ne diyorsan ona inansın.
Ki, vicdanla ilgili konuları, maddeyle ilişkilendir, şablonuna uymayan her ne varsa olanca nefretini kus. Bunu yaparken inanç kanallarını koruduğun hissi yaygınlaşsın.

Eğitimle ilgili konularda hesabına gelen adımların üzerini örtebilecek kadar çok değişiklik yap.
Ki, neyin dozunu artırdığın belli olmasın.
Ki, insanların karışık olan zihinleri, çocuklarının geleceği için biraz daha karışsın.

Medyayı yönet.
Ki, o hoooo uzun hikaye...

Adaletin her mekanizmasına gir. (adil olman gerekmiyor)
Ki, adaleti sen dağıt. Daha doğru bir deyişle, hükmü sen ver.
Ki, beğenmediğin her sesi sustur.

Yerel yönetimleri elinde tut.
Ki, bak yollarda tek çukur yok diyen vatandaş, her şeyi süt liman sansın.
Ki, koyduğun her taş, yine sana ya da yandaşına katma değer olarak geri dönsün.

Bu liste uzar gider arkadaş.

Bir de ters-yüz ede ede biçilen urbamız var. Tam artık bundan ekmek çıkmaz derken bir yenisi daha ortaya atılır oldu. Daha da çıkacak anlaşılan.

İnancıma uygun yaşamak istiyorum.

E yaşa... Da, vicdanınla, şu kadar zaman önce, dünyanın belli bir bölgesinde yaşamış insanların davranış ve alışkanlıklarının nasıl bir ortak paydası olabilir?

Birey olmanın önü kesildiği sürece, insan, insan olmaktan çıkmaz mı?

Saygı duyduğumuz bir kişi, şu renk kıyafet giyer, düğmesini böyle iliklerdi. E güzel. Buyursun. Bunun inanç kavramıyla ne ilgisi var? İyi bir insan, ahlaklı bir insan, her koşulda iradesine hakim bir insan olmak mı önemli olan, yoksa dönüp dolaşıp uçkurdan geçen bir zihnin etkilenmesini baştan engelleyecek duvarlar örmek mi?

Uygulamada faz 2'ye geçildiğinin örnekleri de çaktırmadan sokaklarda dolaşıma sunuluyor, görebilene...
10 yıl önce türban kullananların sayısı bugün o dönemdekinin rahat 20 30 katı artmış durumda. Şimdi ellerde üzerinde yaldızlı Arap harfleri bulunan büyükçe kitaplar defterler var. Bildiğin kara çarşafa terfi edenlerin sayısı da şimdilik 10 yıl öncesinin türbanlısı kadar.

Ama zaman akıyor işte...

Başa dönecek olursak. Bu şekilci kirliliğin zaman geçirmeden arındırılması (detoks) lazım. Aksi takdirde normalleştikçe üzerine bir plan dahilinde yeni binalar çıkılıyor.

...

Aman da birisi yuvasına döndü diye pek bir duygulanmış da, uygulayacağı Amerikanvari seçim kampanyasında kullanılır belki diyerek göz yaşlarını tutamamış falan...

Ya Hu!


6 Ağustos 2013 Salı

Yedi Yedi Doymadı

Yuh!

Koca gemiyi nasıl görmezsiniz! Banyondaki plastik ördek bile daha haysiyetlidir. Batar matar, utanır bir şey yapar.

Tükürük bezi yetmezliği çekiyorum sizin yüzünüzden. Bağırmadan okuduğunda da bir anlamı olan bu replik etrafında döndürmek istiyordu, yeni filmini...

Canlılar dünyasındaki çeşitlilik olduğu sürece nano teknoloji uzak kalacak sandıkları için, türler birer beşer yok oluyor sanki.

Keşke şöyle olsaymış;
Biten paketin yerine yenisini almaya yemin etmiş ev kadınları bile karbon izini konuşuyor kabul günlerinde.

Yazık ki böyle bir dünya yok kadim dostum Benjamin...

Yine bu topraklardan doğan bir çılgınlığın, dünyayı dolaşıp geri geldiğinde tanımakta zorlandığın mahalle arkadaşın gibi davranmasına ne diyeceksin? Nasıl diyor siz... Kitabı da var hani...

Sana balık tutmayı öğretmeyecekler. Bunu iyice kafana sok.

Aynı masadan yemek yemene izin veriyorlar sanıyorsun değil mi, porsiyonlara baktın mı hiç?

Bayilikler verilecektir.

Buradan yürümek istemiyorum sevgili Benjamin, zira sıkıcı, karanlık sokaklara çıkıyor.

Akşam güneşini elinde tutuyor göründüğün matrak yaz fotoğraflarında, geri planda flu olarak resme katılan hayatları bir düşün.

Yanından yürümediğin kaldırım taşlarını...

Birileri seni sorumlu tutar diye düşünüyorsun, yanılıyorsun.

Unutmadan, etrafında döndürmekle, film çevirmek aynı şey değil. Miş... Ben de sonradan öğrendim.

Zıvanadan yeni çıkmış hoyratlıkları dizginlemek kadar zor olmalı, anlam yüklediğin her kelimeyi ilk gördüğünde tanımak... Sırf bu yüzden hep gözümü kapattım, tanımadığım barlarda telefonum çaldığında.

Aç kalmış su samurları da aynı balığın peşinden sırayla gider ya, işte ben de öyle susuyorum ki bazen sabahları ilk kahvemi içmeden önce... Süt tozunu mu, şekeri mi iki kaşık koyduğumu unuttuğum zamanlarda bile böyle hasretler çekmiyorum diyebilirim...

Korktuğum da oluyor tabi. İnsanız neticede. Ama hiç bir zaman gereksiz öksürmem sen de biliyorsun.

Konuştukça battığım sarhoş muhabbetleri bir yana, asıl aklımdan geçenleri yazmaya yetişemiyor kalp atışlarım bile. O kadar da içmem halbuki...

Deniz kenarında, içini oyarak elmadan yaptığım bardakla kafaya diktiğim rakıyı bulamadım hala. Ne de o kamp ateşini... Sonra da yersin ya o elmayı... Nelere gülüyorduysak artık...

Sezon finalleri var artık. Yine de kaç bölüm çekeceğini kestiremediğin dizilerde. İlgin mi kaydı, hop bir bakıyorsun uşak, dondurma satıyor başka bir senaryoda.

Keşke, keşke sevgili Benjamin, tüm seçimlerimizi öngörmeye çalışmasalar da, karar vermemişlere dayamasalar yarısı, üç tanesinden biri diye...

Biz sürüler halinde dolaşırken tam da böyle, özellikle de arka plandaki hayatları etiketleyip satanlar, senden benden önce geçiyor salata büfesine... Geç kalınca da hesap sana bana kalıyor haliyle...

Sana hiç borcum yok diyemem o ayrı...

Hepsi bir yana, saatler önce dibinde içilmeden unutulmuş kahveyi tekrar fark etmek gibisi yok.

Neyse erken kalkacaksın, sen yat istersen. Ben de tvnin önünde biraz pinekler uyurum...

Sabah kurye gelecek haberin olsun...





Altı

Cecille, kuzum konuşmamız lazım.

Çok üzgünüm ama raitinglerin hiç iyi gelmedi. Bir düğmeni daha mı açsan acaba... Gerçi kapatsan, daha da kapatsan, daha da mı trendy olur onu da bilemiyorum ki...

Koridor yürüyüşlerin nasıl gidiyor, kaç ayın kalmıştı?

Bak şimdi, dün sana söylediklerimi iyi düşündün mü? Gerçi düşünmen için para vermiyorum sana. Gerçi para da vermiyorum. Özür dilerim benim kabahatim. 2. özür dilemem oldu bu.

Sorun şu ki, seninleyken giriş gelişme sonuç, bildiğin hikayeler yazmak istiyor canım. İçimdeki, seni yanlışlardan koruma duygusunun bir sonucu olsa gerek. Oysa esas istediğim, hoyrat kelimelerin akışından yeni anlamlar çıkartmak. Yönlendirmeden hatta...

Bu yüzden sevgili ay yüzlü Cecille, bir süre seni özlemeyi tercih etmek zorundayım.

Ah Cecille. Uyumuşsun yine...



Beş Şer

Şimdi şöyle, tabi belirsizlikler olduğu için uygun olmayabilir. Ama dert değil, yoldan birini çevirir ekleriz diye düşündüklerini düşünüyorum sanırım.

Efendim sağ olsun kıymetli bir arkadaşım oturmuş toplamış. Metropolün ele geçirildiği yıla denk getirmek zor olmuştur tabi. Küsuratı da yok değil. 4 kere 4 haftaya ek olarak da 18 ömür var ki bir ömür yetmiyor anlamaya...

Benden saygısızlıklar bekleyen çamaşır ipleri şöyle dursun, ben bu duruma sağır olmayı tercih ediyorum.

Çeşitli şer odakları için bile bu kadar tahta kurusunu bir arada tutmak ayrı bir başarı tabi.

Ben esas neyi merak ediyorum biliyor musun sevgili kadim dostum Benjamin? Neden ama neden, beni temsil etmesi gereken şey, giderek temsil kabiliyetini komedyadan drama kaydırmakta bu kadar ısrarcı. Hani sözüm kendisinden içeri... Tam göbeğine...

Bir ayna hikayesi vardı ya, hani güzel miyim, kimim diye... Yahu hırsızın hiç mi kabahati yok! Ayna bozuk kardeşim! Sütü de bozuk ayrıca. Ben kendimi göremiyor olduktan sonra ne yapayım o kadar cafcafı...

Kızdım vallahi sevgili Benjamin. Sabah olmadan başlayan ötücü kuşlar bile sakinleştiremiyor beni.

Sırf bu yüzden fa deliği çatlamış flütümü bağışlamayı düşünmedim değil.

Bir de ne değişti ki, nehirler aynı yönde akıyor, güneş hep doğudan, yirmi iki santimetre civa basıncında deniz seviyesi de aynı... Bir ben mi delirdim diyemedim, herkes delirdi herkes...

Gerçi esas bomba patlayalı çok oldu ama her geçen gün, biz yerimizde durduğumuz için bizi sollayıp geçiyor diye düşünüyorum. Kraliçenin topraklarında trafik soldan akıyor o ayrı...

Mahallenin uzak komşu teyzesi cama çıkmaz oldu.

Günlerdir bulmaya çalıştığı beyaz iç çamaşırlarını, bavul ticaretinde kaybetmiş bir profesörün endişesi kapladı içimi...

Çıplak gerçekler dediğim için düelloya davet edilmeme ne diyorsun?

Henüz çağırmadılar ama biliyorum.

Bulduğun telefon kablolarını ne yapacağını bilemezsin ya bazen. İşte tıpkı öyle hissediyorum.

Daha dün bir yıldıza bakmadığımı iddia edeceksen, baştan çıkartmaya çalışma beni. Bu notu eski çorapların arasındaki naftaline sarılı bir kağıtta buldum.

Anlam vermek istemedim önce. Ne de olsa hepimiz katma değer vergisi ödüyoruz. Ama rüzgar şiddetlendikçe önlem almak gerektiği de ortaya çıktı.

Beşeri ilişkilerimi gözden geçirmeye çalıştıkça ağrılarım artıyor Benjamin. Sevgili kadim dostum.

Bu arada Cecille selam söyledi sana unutmadan ileteyim.

Yarın arayacakmış.




Dördüncü Kavşak

Cecille kuzum sen de hissediyorsun değil mi sokaktan gelen havayı? Niçin böyle yapıyorlar dersin? Zamansız açan bir nilüfer ya da geç kalmış bir erguvan olabilir mi?..

Daha da önemlisi, sadece kaç dakika ünlü kalacaklarıyla ilgilenen posta güvercinlerinin, yas tutmaya kalkışması.

Dünya saçması.

Her sabah limon kabuğuna nane karıştırsan daha faydalı olurdu emin ol. Son vapurun kalktığı adanın, denizle değil de hortlak görmüş bostan korkuluklarıyla çepeçevre kuşatılmış olması da cabası...

Sence bu nasıl bir yol, sola dönüş vermeyen bir kavşak olabilir mi hiç? Hep aynı yönde yürüsen varacağın yer neresidir sence? Zaten evrene göre olduğumuz yerde durmuyor muyuz?

İnan bana o tüyler hiç bir zaman istenmedi. Ürperten manzaralara bir hazırlık mıydı, ben de emin değilim. Şimdi de değişen bir şey yok.

Sevgili kadim dostum Benjamin ve sen Cecille. İkinizi de çok yakından tanıyorum biliyorsun. Şimdi sana anlatacaklarım o karıştırdığın aşk mektuplarının arasında yok. Bu yüzden aç kulağını da beni iyi dinle rica ederim.

Düşün ki, tecavüzü hep hoş görürsen, gün gelip senin ırzına geçildiğinde sesini duyan olur mu? Adil gibi görünüyor aslında, ama değil işte.

İki yolun kesişmesi de sana seçenek sunuyor gibi görünmüyor mu zaten? Ama...

Dün burada siyah uzun bir şapka unutmuş muyum ben? Ah tabi ya. Özür dilerim yazlığın gazeteden örtülerini ben gelmeden yarım saat önce kaldırdığına göre sen de yeni geldin buraya.

Gücünü nereden aldığıyla ilgili değil mi zaten gazetelerin de, kaçıncı kuvvet oldukları. Maytap satan eski mahalle bakkalları zamanında (ki kısa pantolon giyerdik, şort değil, bermuda gibi bir şey) dahi şeytanlık, şeytanın tekelindeydi. Bugün frenchise ile istesen sen bile ayakkabı dükkanı açabilirsin. Dediğim gibi, belli bir bedel ödüyorsun tabi.

Sana nasihat veriyor gibi görünmek istemiyorum ama halüsünasyon, düşündüğün gibi, görünmeyen, yani bazılarınca bazen görülen yeni bir ulus değil. Bu aslında zayıf bir iz düşününden başka bir şey değil, olmayacak da...

Ne diyordum?

Kuzum Cecille, dinliyor musun sen beni?

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Uç Üç Uç



Benjamin, sevgili dostum. Pazartesileri kırmızıya boyama vakti geldi mi dersin? Sen seversin kırmızıyı. Peki sabaha görüşürüz, saymaya başla...


Üç deyince zıplayan tüm kelaynak kuşları, sabit gözlerle yakınlarının yaralarını sarıyordu. Bindikleri otobüs daha sarı olamazdı gerçi.


Akıllarına gelen ilk fikir bu değildi. Terazinin bir kefesinin hep ağır gelmesine hiç aldırmıyor gibiydiler. Ama değildiler de aynı zamanda... Belirsiz bir sis bulutu kaplamıştı saatlerindeki akreple yelkovanın arasında kalan düzlükleri...


Bugün dediler, saymak istediğimiz bıldırcınlar kadar ayakta kalabiliriz. Diğer günlerde ne saydıklarını bilmiyorlardı.


Bazı parmaklıklar peşleri sıra çıka geldi. Soğuk olmasalar, belki sıcak bir resim verebilirlerdi ama olamıyordu bir türlü... Arkalarındaki masmaviliğe rağmen...


Sıkça sorulan soruların hepsini silmişti dağ çobanları. Geriye kalan cevaplar sahipsizce oradan oraya savrulurken, gözyaşlarını tutamayan kelebekler bile gençlere konabiliyordu artık.


Zaman alıyordu tabi. Ama zamandan bol ne var dedi süklüm püklüm olmayı reddeden herkes. Senkron kaymaları yaşansa da, hep bir ağızdan haykırmak adet olmuştu su kenarlarında...


Eğer anlatılanlar doğruysa, bu hikayeyi yazan şapkalı adam, renkten renge girse de hızını alamadığı zamanlarda başvurduğu metodları unutmuş olabilirdi.


Sen nereden bileceksin demeyi ihmal etmiş olsa gerek, sorduğu her soruda biraz daha çamur rengini alıyordu o hep giydiği kareli gömleği.


Belki kimse şaşırmazdı günün birinde ama hala durumu hayretle karşılayıp, hesap makinelerini ceplerinden itinayla çıkartmaya çalışırken, eşitliğin diğer tarafında kalanların sayısı bile ürpertmeye yetiyordu...


Sıcak yazların bin yıllık hareketsizliği bile adımlarına engel olamamıştı neyse ki. Ama erozyon suyla başlar suyla biter... Yağmuru bekleyecek sabrı kalmadıysa, ne izleteceksiniz diye sormazlar mı benekli baykuşlara?


İşte duvarların ardında, tam da bunlar konuşuluyordu diye geçirdi içinden. Ve yine neyse ki kapsama alanını hesaplayacak kadar matematik bilgisi de vardı...


Benden bu kadar dediğini duymamış gibi yapan danışmanlarına döndü ve bir kez daha sordu, Şşşş... Öksürüğü siz de duydunuz mu?


Korkunun ıslattığı saçlarının, yüzüne yapıştığında çıkan şekillerden medet ummak ne kadar doğruysa, bildikleri soruları kesmeye devam edenlerin de sonu aynı olacaktı. Fark ettirmeden uzaklaşsalar da bu böyle.


Evet. Sevgili kadim dostum Benjamin. Sıkıldıysan dörder dörder saymaya devam etmeden önce bir günün tarihte alacağı yerin, o güne sığamayacağını da göz önünde tut istersen.


Tut ki kaçmasın. Bunu sen bile istemezsin.


Güven bana...



İkinci Meşrubat

Çok özür dileriz, soğuk içileceğinden haberimiz yoktu diyen kumsal müdavimlerine cevaben aralıksız bağırmaya devam eden minik midilli, manejdeki son turuna başlamaya hazır görünüyordu.

Durumdan haberdar olmayan bazı ajanlar kodları çöze dursunlar, çiğnemediğimiz sakızları toplamak üzere örgütlenmiş duvar boyacılarının en az yarısı, gülerek nereden uzaklaşıyorlardı?

Sonunda o gün gelmişti işte. Bestelemediğim ne kadar şarkı varsa, hepsini unutmaya hazırım dedi cadaloz kurye. Motorunun ön lastiğinden kaçan havadan haberi varmış gibi yapıyordu. Umarsızca.

Bilmiyordu ki asıl kaçan, başka bir lastiğin döndürdüğü pervaneye aşık, humuslu topraklarda yaşamayı beceremeyen köylülerdi. Efendi gibi davranmaları beklenirken, onlar iyiden iyiye rekor üstüne rekor kırıyorlardı.

Günlerce kapalı kalmış bir salon dolusu sinema severin masmavi hıçkırıkları duyulmaya başlandığında, her şey için çok geç olabilir. Ancak bir avuç mısır patlağını zamanında yetiştirebilirsek, belki bir sonraki filme önden ve ortalardan yer bulabiliriz.

Bunu dediğini inkar etmiyordu tabi ama üzerinden çok zaman geçmişti. Unuttuklarımı bana hatırlatın ki, banyo yaparken böyle kazalar yaşanmasın tekrar diye ekledi boş gözlerle.

Ne kadar üzgün olursa olsun faydası da yoktu. Ayrıca, geldiği noktadan ardında bıraktığı geniş ovalara bakmaya utanmayan sivri kuyruklu tavşanlardan öğrenecek değiliz diye tutturmuştu, neyi öğreneceğini unutarak...

İşte sevgili kadim dostum Benjamin, bana sormuştun ya, son giydiğim gömlekleri kim ütüledi diye. Bildiğim kadarıyla o gömlekleri üst katta oturan zavallı bir emekli coğrafya öğretmeninin elinde gördüğümü sana söylemem için, bana teklif edilenleri bir bilseydin, kırmızı kazağını asla çıkarmazdın emin ol.

Sana şu kadarını söyleyeyim. Ben bile gördüğüm plastik tabakları unutmaya başladım artık. Sayabildiğim kadarını yıkadığım halde gelecek için bir birikim yapmak istemiyorum aslında.

Aklımdan geçen bir rakam var tabi ama bunu söylersem, geride kalacak bisikletler, arayı kapatmak için tek pedal çevirmeden geçtikleri o yosunlu kavşaktan, fazladan 10 kez daha geçmek isteyebilirler. Ki ben de bundan korkuyorum zaten.

Korkma be! dediğini duyar gibi yapmayacağım sevgili Benjamin. Aksine, sana aldığım dondurmayı, bakkala geri vermek zorunda kaldığım günü hatırla... Ne gündü değil mi? Çarşamba bile pazara çıkmış, son kalan saatlerini kitap okuyarak değerlendirmeye çalışıyordu.

Yatırım kanalları tıkanmış bir borsa simsarından öğrendiğim şu kısa tekerlemedeki gibi yapmaya çalış. Tik tak...

Gördüğüm bütün sarışın kadınlar bir gün aynı yöne bakmasın diye hazırladığım kanunlar bile bu durumu gizlemeye yetmez. Biliyorum. Ama ne var ki, ben bile burnumdaki ince sızıdan bir şeyler öğrendim sanıyorum.

Sokaktaki adam ne yapıyor bugünlerde? Hiç bilmediği bir metro durağından aktarma yapacak hale geldiyse durum ciddiyetini koruyor diyebilir miyiz?

Ben yurt dışından gelen epostaları bu yüzden açmıyorum işte.

Ama altını çizerek tekrar söylemem gereken bir şey varsa, soğuk içtiğin her meşrubat, ikinci kez boğazını yakmayacaktır. Güven bana...

Benjamin. Beni tanırsın.


4 Ağustos 2013 Pazar

Birinci Kısım

Miyavlamayı bilen balerinlerin sessiz çığlıklarını gizliden gizliye izleyen bir hipopotamın tarifsiz gururu vardı gözlerinde. Evet ama dedi, ben saçımın her bir teline ayrı ayrı öksürmeseydim, olabilecekleri düşünebiliyor musunuz?..

Haklıydı. Ayrıca pembe küp şeker sevenler cemiyeti yönetim kurulunda dönen dolapları bir tek o biliyordu. Susması gerektiğini de.

Bir süre kaşındıktan sonra kararını verecekti.

Evet belki de...

Dünyanın ilk kutup papağanı ona göz kırpmıştı, bu doğruydu. Peki ama ya 19. sincap yediği 43. cevizi hatırlıyor muydu?

Durum gittikçe sarpa sardığından mıdır nedir, kimse parlayanın, dişleri mi yoksa ay ışığı mı olduğundan emin değildi.

Geriye yapılacak 704 börek kalmıştı. Hem de domateslerin çürüdüğü bir gecede...

Bilmeden çözdüğü bu kaçıncı dosya olamazdı haliyle. Ama yılmadı. Trene binmekten son anda vazgeçtiğini hatırladı.

Bu inanılmaz tesadüf bile, uzun bir gölgeden kaçtığı yaş gününde tanıştığı sevgili dostu Benjamin'den daha kırmızı olamaz diye düşündü.

Uçmak yerine zıplamayı tercih eden karga bile bu durumdan endişelendiğini gizleyemezken, ona ne oluyordu ki, şapkasını bir kez daha çıkarttı. Bunu yaparken, içinden kaç kez saygısızlığın lüzumu yok diye geçirdiğini o bile unutmuştu.

Ama önemli olanla olmayan neydi biliyordu.

Daha 12 gün önce aldığı pikabın taksitlerini bile bitirememişken, kararsızlığına anlam verdiği kişilerden bir kaçı gibi davranmaya başlamıştı.

Tıpkı geldiği dağlarda söylenen türkülerde olduğu gibi, aksak bir ritm arıyordu aslında. Bulduğu tek şeyse, ağrı kesici bir ilaçtı.

Tarihi geçmiş dediği polonya otobüs biletinin arkasında gördüğü şiir bile daha muntazam yazılmıştı. İşte o an anlamıştı.

Yazacağı hiç bir şey, o anlama gelmiyordu. Ne demek istediğini ona daha önceden fısıldayan psiko-sosyal araştırmalar bile yetersiz kalmıştı.

Amaçsızca dolaşan kedi onu kendine getirmeye yetmişti. Artık pilav yerken tv izlemem yanlış olur diye düşündü. Reklamlarını atlayarak izliyordu üstelik. Ne ayıp şey...

İrlandalı bekçiler birleşin. Okuduğu son kitaptan hatırladığı tek şey buydu. Ona kalsa bağlantıya geçtiği eski arkadaşları da süt içerdi.

Ama denge bozulmuştu bir kere... Unutmakta zorlandığı bir isim her şeyin anahtarı olabilirdi.

Tamamı gözünün önüne gelmese de çocukluk anıları hiç olması gerektiği gibi değildi. Bu işte bir terslik var diye düşünmesine bir engel de yoktu.

Ya tekrar öksürecekti saçlarına, ya da hiç bir şey olmamış gibi birinci bölümün sonuna geldiğini haykıracaktı tüm dünyaya. Ne yapacağını yazdığı küçük kağıda baktı.

Evet doğru yol buydu!

26 Temmuz 2013 Cuma

Uğultu

Bir uğultu var kulaklarımda

Dağ diye bildiklerim,
Kara delik misali kendi girdaplarında
Boğuluyor. . .

Gözlerime indirilmeye çalışılan
Bu kaçıncı perde

Dalga dalga gelen sessizliğin
Senfonisini beklemeye
Yetecek mi bu ömür

Umut
Eskiden dağa taşa yazılan

Yitti gitti
Köşesinde bir yerlerde
Bu katılığın

Ya bağıran bu cahiller?

Bir uğultu var kulaklarımda

.
Çiftehavuzlar sahili 25/07/13 23:30
Burak Bakış

  

23 Haziran 2013 Pazar

Karanfil

Analiz zamanı gelmiş...

Bir süredir... (Bir süredir mi? Bu saçmalık ne kadar uzamış ya Hu!)
Bir süredir boykot üzerine yazmak istiyordum, bir türlü zaman ayıramadım. Yarına bıraktıkça da işte malum, güncel beklemiyor...

Dolayısıyla boykot meselesini olabildiğince özet geçmek istiyorum...

Temelde bir yaptırım biçimi olarak boykot, hele ki itiraz edilen sistemin işleyiş biçimi olunca, tam isabet bir yöntem.

Ama bazı istisnalarıyla birlikte... Söz gelimi, yaşanan süreç içinde boykotun kıvılcımı olan "kahveci", zincir olmakla birlikte bir frenchise işletme. Yani normal şartlar altında, kurumsal kısıtlar haricinde bir şubenin sosyal davranışları, sadece o şubeyi bağlar. Sadece o şubenin işletmecisine şikayet edilebilir...

Oysa ki olay mekanınıdan çok uzaktaki başka bir aynı marka kahveciye oturup kahve içmek isteyenler, alkışlarla protesto edildi, ediliyor... Çok daha başkalarıysa "bakın biz sizin gibi düşünüyoruz"u gösterebilmek için, boy boy bayrak asmaya başladılar...

Sonuç?

Bir cadde üzerinde, bayrak asan ve asmayan bir takım dükkanlar türeyiverdi... Evlerde olduğu gibi...

Her ne kadar bir sivil itaatsizlik içinde de olsak, hiç birimizin, yasalardan uzak, aykırı bir eylem yapmak gibi bir niyetimiz yok öyle değil mi?..

Eh... Türk Bayrağının da şeklini, şemalini, ne zaman nasıl göndere çekilip indirileceğini tespit eden bir yasası var... Öyle kafana göre bayrak asamıyorsun... Bunu araştırıp ona göre davranmak lazım...

Gerçi hükümdar asınız buyurdular. Hem de üzerinde "başka herhangi bir işaret" olmadan... Ki bu "işaretin" ne olduğu hepimizce malum... Neyse. İtaatsizlik de kendisine karşı değil mi zaten...

Bu önemliydi, bu yüzden özet konunun içinde dahi yer vermek istedim...

Dönelim boykot mevzusuna.

Ekonomilerin temel noktalarından biri tüketim olduğuna göre, bu alışkanlıklarımızda yapacağımız küçük değişiklikler, birleştiğinde dev adımlar olarak geri dönecektir.

Neye dikkat ederek? Sermaye akışının ne yönde olduğuna bakarak... Yoksa a kahvecisini piyasadan silmek gibi bir takıntımız olmamalı... Oralarda çalışan insanları da göz ardı edemeyiz.

Sadece hangi bisküviyi, hangi makarnayı, hangi bankayı vs. tüketeceğimize, biraz araştırarak karar verelim yeter... Bunu yaparken de bir yığın logonun bir arada olduğu halde dolaşımdaki "bunları almıyoruz" direktiflerini değil, bir zahmet kendi küçük araştırmalarınızın sonuçlarını dikkate alalım...

Olmazsa olmaz ihtiyaçlar söz konusu olduğunda da, mecburen aldığımız ürünü, "daha idareli" kullanalım...

Evet boykot bu.

Gelelim... Ah polis ah!

Ya da ah "polis olarak gördüklerimiz" mi demeliyim?.. Malum bir kısmının "kask numarası" yok...

Ben, her ne kadar affedilir bir şey olmasa da, bu numarasız şahısların başka bir ekipten devşirildiğine (kim acaba bunlar... kim ama kim...) inanmak istiyorum. Değilse de, hala ama hala yaptıklarını yorgunluğa ve baskıya vermek istiyorum...

İstiyorum! Buna kim engel olabilir ki?

Değerli arkadaşlarım.

Dün akşamüstünden itibaren tekrar yaşamaya başladığımız senaryo gösterdi ki, bu iş, resmen seçim atmosferine girene kadar şiddetini değişik dozlarda bizlere hatırlatarak devam edecek... Yazık ki böyle...

Ama ne var, alanda çekişme içinde iki grup var. Biri halk, diğeri devlete ait olması gerekirken, hükumete aidiyet gösteren kolluk kuvvetleri... Ha bazen arkalarında, önlerinde Türkçe'den çok Arapçaya benzeyen naralar atarak, parlak edevatlar taşıyan başka yapılanmalar görmüyor muyuz? Evet görüyoruz... Ama bunlar (kafanız karışmasın biz olan "bunlar" değil) dikkat ettiyseniz halkın kalan kısmı falan değiller...

Ortada halkın bir kısmıyla diğer kısmı diye bir şey yok...

Sindirilmiş, bilgisiz ya da alenen yanlış bilgi pompalanan insanlar var...

Değil mi, 200-300 bin kapasiteli bir alana, önce 1 milyon, sonra 1 milyon 200 bin, en son dün de 1.5 milyon insan sığmıştı... İşin sonuna kadar benden bir 10 milyon çalışır...

Sadece suyla müdahale edilen bir ortamda, meteorolojinin tahminlerinden kaçan bulutlar var.

Taksi ve dolmuşlara erişimi engelleyen, çiçek koymak maksadını aşan gruplar var.

Türkiye'nin her yerinde, interneti olmayan, uydu yayını izlese de izleme alışkanlıklarını değiştirememiş, hatırı sayılır çoklukta insanımız olan biteni bu gözle izliyor... "Ah yine karıştırdılar ortalığı bak ne güzel gidiyordu" diye düşünmesinden daha doğal bir şey olabilir mi?

Meselemiz polisle değil arkadaşlar. Polis bizimdir, değildir. Aklı tutulmuştur, bilinçle yapıyordur yaptığını...

Meselemiz, kendisini gıllığa layık görenle, gözlerinin önünde perdeyle yaşayanla...

Artık sokaklarda değil, evlerde, kahvelerde, camilerde, otobüs duraklarında, hayatın içinde verilecek çok daha zor bir mücadele var.

Tabi mücadele derken :) artık prehistorik kalan sol söylemlerden bahsetmiyorum... İşçi kardeşim, yoldaşım vs... Söylerken bile komik geliyor artık yuh yani...

Buradan, soldan, sosyal eşitlikten ne anlamak gerektiği ve bu görüşü nasıl bir siyasi yapının temsil etmesi gerektiğini de açıklama gereği çıkıyor ki, önümüzdeki bir ya da birkaç makalenin odağında da bunlar olsun istiyorum zaten...

Bitiriyor muyuz? Daha söylenecek çok şey var deli misiniz :)

140 karakterle de kavga ediyoruz bir yandan....

Şimdilik budur...

Sevgiler.

18 Haziran 2013 Salı

21. GÜN

Dostlarım bugün 21. gün. Uzmanı değilim ama çok önemli bir psikolojik eşik olduğunu söyleyebilirim.

Sürekli tekrarlanan herhangi bir şeyin, "alışkanlığa" kolaylıkla dönüşebildiği bir zaman dilimi. Örneğin sigarayı bırakmayı başaranların, 3. haftadan sonra kararlı devam ettiklerinde sigaraya karşı daha fazla direnç kazandıkları bir noktadır, başından geçen hatırlayacaktır.

Bünyeden bünyeye değişiklik göstermekle birlikte, ortalama bir süre bu tabi ki...

Neden altını çiziyorum?

Bugün kendinizi çok uzun zamandır aynı ortamın içindeymiş gibi, yani olanlar "normalmiş" gibi hissederken bulabilirsiniz. Hatta sıkıldığınızı bile hissedebilirsiniz...

Hayır arkadaşlar olan biten "normal" değil!

Bu şiddet, bu aymazlık, bu saçmalık normal değil.

Daha önce çArşıyı bu kadar sevmiyorduk. Duran adama rahatlıkla deli galiba diye bakardık. Her güne bir göz kaybetmemiştik. Birkaçımız daha hayattaydı...

Unutmayın. Bazı insanlar bizi "hiç" sevmedi... Çok rahat, en az 10 tane gayet mantıklı senaryo yazabilirim bu yaşananlar hakkında.

Ama hayır. Gerek yok...

Bakınız mizah, üretilmesi için de ortalamanın üzerinde bir zeka gerektirir, mesajın alınması için de... Başından beri alanlardaki insan sayısı kadar mizah unsuruyla karşılaştık hep. Ve her geçen dakika bunlara, öncekileri katlayarak üzerine çıkan yenileri eklendi. Yani akıllı insanlarız...

Şimdi akıl ile hareket etme zamanı.

Yuh artık bu maskaralık da olmaz kimse inanmaz buna dediğimiz molotoflu taksim piyesinin uygulandığı günden beri, 200 TV kanalımız olduğunu var sayarsak, 197'sinden alenen penguen yayını yapılmaya devam ediyor.

Nasıl ki 25 liraya satın aldığımız deterjan için tercihimizi yönlendirmek üzere bir "akıl çelici" ordusu çalışıyorsa ve bizler de zömatiğin hayatımızda yepyeni ufuklar açacağına inanıyorsak, bana inanın, kıyafetinden kılına kadar "terzi dikimi" bir algı yönetimiyle karşı karşıyayız...

Bu dediğim piyesten bu yana ayrıca bir de gezi direnişi, şiddet sarmalında eritilip sıcak servis yapılıyor. Bu noktadan sonra, zaten sonuç vermeyecek olan seçilmiş temsilcilerin gak gukları da kesildikten sonra, dışarıda yediğimiz gazla, kısılan sesimiz, bozulan moralimizle kalırız...

Öte yandan, polisimiz gerçekten çok yoruldu artık. Her ne kadar yedek kuvvetlerin de devreye alınma ihtimali de olsa, bunu hiç kimse "aman çocuklar yorgun, bellerindeki şeyi kullanmadan zindesiyle değiştirelim" diye yapmadığı gibi, takip ediyorsanız, koru üfleyenler de var...

Gelin biz bunu böyle yapmayalım.

İtirazı olup hala sokaklarda kalan arkadaşlarımızdan başlayarak, durumu izah edip, konuşarak +1 şeklinde ilerleyelim.

İnsanlar "hala" bir gözleri saatte, 21:00 olmasını bekleyip balkonlara çıkıyor. Yalnız, bir şeyi hatırlatayım. Bir önceki balkon itirazları ne kadar sürmüştü? Ya da Susurluk olayı, "aa bak halkımız çok rahatsız oldu, en iyisi çözelim biz bunu" mu dedi birileri... Ya da halen aydınlığa kavuşmuş bir karanlık göreniniz var mı?..

İnsanlarımıza nelere, neden itiraz ettiğimizi bir bir anlatmamız gerekiyor. Aklın yolu birdir. Elbet içlerinden kendi özgür iradeleriyle daha iyiyi tercih edecekler olacaktır.

Ki buna "demokrasi" diyoruz...

Sevgiler.

13 Haziran 2013 Perşembe

Orantısız Güç

Dillerden düşmeyen "orantısız güç" ne menem bir şeydir?

Bunun üzerinden, 140 karakteri ziyadesiyle aşan bir yazı oldu :) Ama okunuyor yani korkmayın...

Açıklaması aşağıda*, kısaca denkliğin her iki tarafı da aynı birimden değilse zaten oran ve orantıdan bahsedilemez...

Devletin olması gerekirken, hükumetin polisi şeklinde davrananlar, (devletle hükumeti de karıştırmayalım) günlerdir ve halen, kullandığı yöntemlerinde matematikle açıklanamayacak bir çokluk kullanmaktadır.

Devlet, kurumlarıyla tarafsız olması gereken, birbirinden bağımsız, yasama, yürütme ve yargıdan oluşan mekanizmalar bütünüdür.

Yargı, tıpkı sağlık alanında olduğu gibi, karşısına gelen vatandaşlara tarafsız ve eşit muamele göstermesi beklenen, konusunda uzman "yargı çalışanlarınca" verilen bir "hizmettir".

Yasama, bizim için 76 milyon insanın her seferinde bir araya gelemeyeceği için, aralarından "seçilen vekillerce" yürütülen, toplumun tümüne ait, çağdaş, evrensel değerlerle çelişmemesi gereken yasalar, kararlar ve düzenlemelerden ibarettir. Bizim sistemimizde sadece hükumetin değil, meclisin büyük çoğunluğunun verdiği kararlar geçerlidir.

Yürütme, (çalma değil, uygulama anlamında) devletin diğer organlarının "yasal çerçeveler içinde" işlemesini sağlayacak olan kadroların üstlendikleri "görevdir". Sağladıkları seçim başarısına istinaden, siyasi partilerden birine bu görev Cumhurbaşkanı tarafından verilir (gerekirse alınabilir de). Buna da hükumet denir.

Hükumet, sadece kendisine yasalarla çizilmiş hatlar içinde hareket edebilir. Yargıya, yasamaya ve toplumun tamamına karşı "sorumludur". Böylesine kısıtlanmış bir göreve gelmek ya da o görevde kalmak için bazıları neden bu kadar heveslidir? O da başka bir makale konusu...

...
Rahmetli babamın bir sözü vardı. Benim yeni yeni aklımın ermeye başladığı zamanlara denk geliyordu icraatın içinden programlarının tv(ler değil 1 tane vardı)de yer alması... Hiç unutmuyorum, oğlum demişti, şimdi ben, şehir kulübünde sandalyenin üstüne çıksam, desem ki; bugün oğluma pantolon aldım, arabamın taksiti bitti, yarın da eşime bir araba daha alacağım... Olur mu hiç? Ayıptır... Bu söylediklerini yapmak zaten görevleri...
Evet, bizim toplumumuzda böyle konularda övünmek, ayıptır...
...

Güncele dönecek olursam;

Bugünlerde de bazı rakamlar havalarda uçuşuyor. Hükumet etmekle görevli kişiler, milyarla ifade bulan ağaç diktiklerinden dem vuruyorlar... E aferin... Ama bu hepi topu beş yüz küsür başka ağacın yaşamına son verme hakkını vermez ki...

Aynı kişilerin "Yaradılanı severiz, Yaradan'dan dolayı" demelerini nereye koyacağız?

Bir de şöyle bakalım,
- Efendim biz 400 tane kadın doğum ve anne sağlığı hastanesi yaptık. Her biri 30bin metrekare...
+ Eeee?
- E'si, yarın sabah, zaten 70 yaşına gelmiş 1000 kişiyi öldüreceğiz...

Ne farkı var!

Polis, işin en başında malum sürecin içine dahil olmak zorundaydı. Ama "çevreci bir protesto" eylemi gerçekleştiren halkı gaz ve basınçlı su ile dağıtmak için değil, bu kişilerin etrafında koruma çemberi oluşturarak, bu fikrin ifade bulmasına yardımcı olmak ve bu toplanmayı suistimal etmek isteyecek "dış mihrakların" içlerine karışmasını önlemek için... Polisin armasındaki yazıdan bu sonuç çıkıyor...

Önce sadece gaz ve toz bulutu vardı...

Evet, toplumsal bir kırılma noktasındayız. Bu olanlar elbette ki unutulmayacaktır. Neyin nasıl olması gerektiği ve nasıl olmaması gerektiği konusunda hızlandırılmış bir kurstan geçmiş olduk. İlk sınavımızı da önümüze konacak ilk sandıkta vereceğiz tüm ulus olarak.

Fanatik futbol takımı taraftarı gibi, babasının siyasi görüşüne devam edecek bir nesil yok artık...
Kaldı ki futbol fanatizmi bile kabuk değiştirdi... Ortak paydalar söz konusu olunca birleşmesini de bildi...

Tüm toplum olarak da, ortak paydalarımız konusunda, tüm baskılara rağmen, birleşerek hareket edebildiğimizi gördük... Bunu geliştirerek devam ettirmek zorundayız.

Biz ve onlar diye bir şey kabul edilemez.

Tercihlerimizi belirleyen bilgi birikimini, bunları "öğrenmesi engellenmiş" kişilere de iletebilirsek, ve yine de tercihlerinde özgür kalmalarını sağlayabilirsek, doğru olan eninde sonunda hak ettiği değeri kazanacaktır.

Bu ülkede onyıllardır eğitimden yargıya, ordudan kamu kurumlarına, devletin hemen her kurumunda yapılan kadrolaşmalar sonucunda, başka bir yönetim biçimi isteyen insanlar, toplumun tamamına ters düştüğü halde, uzun süredir hükumet ettikleri için, artık kendilerini vazgeçilmez tek seçenek olarak görmeye ve işin başında marjinal açıklamalar olarak görülen görüşlerini, tek tek ama sezdirmeden, ama zorla empoze etmeye başladılar.

Duble yolundan makarnasına, inanç sömürüsünden bu ülke ile hesabı olan herkesle iş birliği içine girilmesine kadar, her vesileyle popülasyonunu artırmayı beceren bu kadro, kitlelerin önüne koyduğu havuç(lar)la aslında sadece kendi ajandasını takip ediyor...

En son gelinen nokta, "böl yönet"tir. Bugün Müslüman - laik, yarın laik kesimi kendi içinde içki içen - içmeyen şeklinde devam edip gidecektir bu senaryo...

Görülmesi ve altı çizilmesi gereken, toplumun hiç bir kesimi arasında "aslında" bir problem olmamasıdır. Nasıl olabilir ki, şimdi ben, güncelin doruk noktaya tırmandığı senaryo için konuşuyorum, kalkıp 13 yıldır oturduğum mahallemde penceresine bayrak asmamış olan komşumun kapısına mı dayanacağım... Ya da o mu gelecek bana seni camide görmüyorum diye... Olabilir mi böyle bir şey...

Birlikte yaşamayı bu kadar zamandır becerdiğimize göre, bundan sonrası için de bu durumu geliştirmekten başka yolumuz yok...

Yakın zamanda yaşanan polis şiddetine, gaz kullanımına, 45 derecelik açıya vs hiç girmiyorum...
Bunlar adli konular. Eninde sonunda yasal olarak, en başındaki karar veren merciye dek elbet gereği yapılacaktır.

Algılarımızın ve dikkatlerimizin daraldığı bir çağda (bkz. 6 saniyelik vine videoları) şimdilik kaydıyla 2 haftalık yorucu ve uzun sayılabilecek bir dönem geçirdik, geçirmekteyiz...

Bu süreçte rahat koltuklarında olsalar da yıprananlar oldu, benim gibi... Ama en çok alanlarda, sokaklarda kan ve ter içinde mücadele eden arkadaşlarımız oldu... Ve yoruldular!

Sadece şunu hatırlatmak istiyorum: "Bir şeyler değişiyor!" Mesele kışla, o, bu, şu değil. Bakış açısı...
İnsanların, bütün toplumun, evrilmesinin önünde hiç bir güç duramaz... An itibariyle negatif bazı gelişmeler bile olsa, karamsarlığa kapılmaya değil, önümüze bakmaya ihtiyacımız var...

Her şeyin olduğu gibi bu yazının da bir sonu olmalı değil mi :)

Ekleme yaparsam haberdar ederim...

Sevgilerimle!


*
ORAN – ORANTI

A. ORAN
a ve b reel sayılarının en az biri sıfırdan farklı olmak üzere, ye a nın b ye oranı denir.

•** Oranlanan çokluklardan ikisi aynı anda sıfır olamaz.
•** Oranın payı ya da paydası sıfır olabilir.
•** Oranlanan çoklukların birimleri aynı tür olmalıdır.
•** Oranın sonucu birimsizdir.

B. ORANTI
En az iki oranın eşitliğine orantı denir. Yani oranı ile nin eşitliği olan ye orantı denir.
Bu orantı a : c = b : d* biçiminde de gösterilebilir.

ise, a ile d ye dışlar, b ile c ye içler denir.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Alaska Frigo

Birileri hız kesmeden, hatta artırarak söylemlerine devam ediyor.

Hürmüz'ün şarkısı gibi... O da yetmez bu, bu da yetmez şu... Ver! Ver! Ver!..

Yetmez'le çok kısa süre önce tanıştık. Yetmez ama evet zamanını hatırlayın... Matematiğin temel kuralı, elmayla armut toplanmaz. Ama topladık işte. Armutların arasına çürük elmaları bir güzel sakladı sevgili manavımız... Neyse. Derdim bu değil zaten ama toplumsal hafızamız alabildiğine zayıf olduğu için, her şeyi her fırsatta hatırlamakta fayda var...

Ne dedik? Matematik.

Şimdi elmayla armudu karıştırmadan küçük bir hesap yapalım mı?

A, C, B, M ve D partilerimiz olsun. 1.000 tane de seçmen. Bir şekilde allem kallem, A partimiz kayıtlı seçmenin %85'inin verdiği %90 oranında geçerli oyların %50'sini alıp iktidara gelmiş olsun. Kalan oyları da diğer partiler aralarında çarçur etmiş olsunlar.

A partisi kaç oyla kazanmıştır? 500? Yanlış!
1.000 x %85 = 850
850 x %90 = 765
765 x %50 = 382,5 hadi 383 olsun.

Bir oluşumun yanında olan 383 kişi var, karşısında olan 617kişi...

"Yapacağım, vallahi bak söz iktidara geleyim değiştireceğim, herkesin verdiği oyun karşılığı yerini bulacak" diyerek de aslında verilen oyların dengeli bir şekilde temsil edilmediğini kendisinin de kabul ettiği bir seçim düzenlemesiyle de bu 383 oyla, temsil heyetinin %60'ını eline geçirdiğini de tespit edelim...

Mmmm... Rahmetli babam,, nurlar içinde yatsın, tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzda, haftada 1-2 ailecek izlediğimiz filmlerin ortasından sonra ortalık hareketlendiğinde "hah film şimdi başlıyor işte" derdi...

Evet, film yeni başlıyor...

Gelin biraz da geleceğe yönelik projeksiyon yapalım... (devam filmi gibi)

A partisinin lideri bir süre sonra, dikkat hemen değil, toplum buna hazır olduğunda, "hadi bakalım gençler, sizden 3, 4, 5, 6 çocuk istiyorum" demeye başlasın...

Matematiğe dönelim mi?

Tabi ki de 1.000 kişinin tamamı bu sözleri dinlemiyor olacak. Kim dinleyecek? 383 kişi.

Bunların hepsinin de doğurgan olmadıklarını düşünelim, misal, %15'i çocuk yapamayacak yaşta olsunlar.
383 x %15 = 58 yuvarlattım yine... 383-58 = 325 kadın ve erkek. Hadi tam yarısı kadın, diğer yarısı erkek olmasın, 25 kişiyi de böyle elemiş olalım...
300 / 2 = 150 aile etti mi size...

Aslında en az birer yıl arayla doğum yapacaklar, dünyaya gelenler de zamanı geldiğinde yine doğurganlık göstercekler vs... Bunların etkisini yine ihmal edelim, seçmen yaşı olan 18'e kadar her şey sabitmiş gibi bakalım...

Yani ne elde ettik?
150 x 6 = 900 başta çıkardığımız 83'ü de ekle, 983. Çok rahat 1.000 olur.

Beri yandan, tüm bunlara karşı çıkan, aile planlamasına özen gösteren vs, bir 617'lik popülasyonumuz vardı ya, onları da aynı hesaplardan geçirelim.

617 x %15 = 93. 617 - 93 = 524. 524 - 24 = 500. 500 / 2 = 250. 250 x 1 = 250. 617 + 250 = 867...

Bugünden 18 yıl sonra yaklaşık 1880 kişilik popülasyonun 1000'i A partili 880'i kalan diğer partilere dağılmış vaziyette...

Yani basit matematikle, A partisi %38'den %53'e, diğerleri %62'den %47'ye...

Tabi daha bunun kömürü var, makarnası var, toprak ağalarının marabası var, Suriye'li mültecisi var... Var oğlu var...

Düzenlemelere de bir ayar çektin miydi temsil heyetinin %80'i gelir mi gelir...

Efendim? Anayasa mı dediniz?.. Demokrasi mi?... Cumhuriyet mi?...

Sesi duyuyor musunuz?


....
Frigo Alaska Frigooooo Alaska....






28 Ocak 2013 Pazartesi

İstifa(de)

Bizde spor ve futbol özdeşleştiği için böyle söylüyorum, keşke siyasetçilerimiz de gerekli durumlarda spor yöneticilerimiz gibi istifa etmeyi bilseler...

Oysa bizim siyasetçilerimiz istifade etmeyi tercih ediyorlar.

Hatırlayan var mı? Bir Erdal İnönü geçti Türk siyaset hayatından... Kendi adıma, güler yüzü, alışılmışın dışında tepkileri ve kocaman eliyle selam vermesi yer etmiş zihnimde. Bağlı kadrolarının da partiye gönül verenlerin de tam anlam veremediği davranışlarından biri de gerekli gördüğünde istifa etmeyi bilmesiydi merhumu diğerlerinden ayıran...

Bu durumu, benden bu kadar, sıkıştığımda giderim vb. algılamamak lazım. Belki komik bir benzetme olacak ama, filmlerde sıkça şahit olduğumuz bir durumu hatırlatmak istiyorum. "Kardeşinle ilgili davaya bakamazsın", "rozetinle silahını soruşturma bitene kadar teslim etmen gerekiyor"... Bu sözlerin altında, normalde uysalar da uymasalar da Amerikan film endüstrisinin ihraç ettiği bazı değerler var. Baktığınız zaman da gayet makul görünüyor.

Mesele esas itibariyle, adli olsun olmasın, süre giden bir araştırmanın içinde taraf olabilecek kişilerin, yapılan araştırmayı etki edemeyecekleri bir pozisyona getirmek. Bu konuda yorum, lobi faaliyeti vs gibi etkilerinden uzaklaştırmak.

Tıpkı ileri örneklerinde, delilleri karartma ve kaçma şüphelerinden dolayı "zanlı"ların göz altında tutulabilmesi gibi...

Bizde durum nedir?

Bırakınız istifa etmesini, görevine ara verilmesini, haklarında açılmak üzere bekleyen araştırma, soruşturma, dava bulunan siyasetçilerimiz var. Neyi bekliyor? Milletvekilliklerinin sona ermesini... Neden? Dokunulmazlıkları var...

Dokunulmazlık ne işe yarar? Siyaset yapanların, yani senin benim adıma toplumun ihtiyaçlarını ayrım gözetmeksizin yerine getirmek için, yasal çerçeveler içinde fikir üreten, eylem planlayan ve bu eylemleri uygulamaya koyan kişilerin, "görevlerini" aksatmadan yapabilmeleri için, karşılaşabilecekleri hukuki problemleri ötelemeye...

Bütün hukuki problemleri mi?

Maalesef kuvvetler ayrılığının kurgusu doğru yapılandırılmadığı için, aslında olmaması gerekirken, tıpkı maaşlarını da başka hiç bir sektörde olamadığı şekilde kendilerinin belirleyebilmesinde olduğu gibi, cezai yaptırımlar konusunda da karar merkezi olarak kendilerinden başka bir makam olmamasından dolayı; EVET!

Örnekse, yılda bilmem şu kadar kez el kaldırmak için oturumlara katılmaktan başka bir fonksiyonu olmayan bir kişi, bir trafik kazası yapar da birinin ölümüne sebebiyet verirse, bir sonraki seçimlerde seçilemeyene kadar beklenmesi gerekiyor... Tabi hayal gücünüzü zorlayan "suç" unsurları söz konusu olunca, "ölüme sebebiyet vermek" bile masum kalabiliyor...

Baştan beri siyasetçi diyerek genelleme yapıyorum değil mi? Herhangi bir siyasi partiye yönelik yazmadım yani... Bu da düşündürücü...

"Daha sonra tekrar gelebilmek için şimdi gidiyoruz". Kimin söylediğini bilmiyorum ama bugün çalışırken açık duran haber kanalında spor haberleri verilirken kulağımda kalan bu...

Sevgiler.

25 Ocak 2013 Cuma

Yasa Dışı Uyuşturucu

Yok yanlışlıkla yazmış değilim... Hayatımızda bir yasa dışı uyuşturucular var, bir de yasal uyuşturucular...

Yasa dışı olanları mozaiklemeden burada sıralamak mümkün değil ama o zaman da adlarını yazmanın bir anlamı kalmıyor. Madde diyelim en iyisi...

Bir insan niye maddeye ihtiyaç duyar? Konunun uzmanı değilim ama muhtemelen gerçeklikten uzaklaşmak, kendi dünyasında bir süre de olsa mutluluğu yaşayabilmek için olabilir. Belki de sırf "havalı" olduğu için. Böyle yazarak olumsuz bir davranışı övmek gibi bir niyetim yok doğal olarak. Gayet net işte: "gerçeklikten uzaklaşmak" amaç...

Kişi gerçeklikten uzaklaştığı ölçüde, zaman içinde bu durumu zihninde normalleştirerek, giderek ağır şizofrenik bir vakaya dönüşebilir. Çok ince bir çizgiyle ayrılmıyor mu zaten toplum tarafından aklı başında olarak görülmek ile delirmiş olmanın sınırları... Hem de nereden baktığına göre değişebilir bir şekilde...

Askerlik görevimi yerine getirirken şahit olduğum gerçeklerden biriydi, bıçkın delikanlıların, poz yapmak, sorumluluklardan kaçmak ve "işi bilicen işe gitmiycen" edasıyla, revirde "madde bağımlısıyım" demeleri... Böyle olunca (şimdi aklıma gelmedi adı ama siz anladınız), dizilerdeki delikanlılara biraz daha yakın hissediyorlardı belki. Hem her daim kızgın olmalarının da yolu açılmış oluyordu.

Bugün ajanslardan düşen haberlerin biri de, 40'a yakın ünlünün madde kullanımı ve ilgili yapılanmanın içinde yer almaları "iddiasıyla" göz altına alınmalarıydı.

Burada bir parantez açıp, bazı kanalların haberi "40'a yakın ünlü" ibaresiyle, bazılarının da oynadıkları dizilerden vs görüntüleri eşliğinde neredeyse tam listeyi açık adlarıyla vermelerinin düşündürücü olduğunu söylemem gerek. Bu ikincisini yapan kanalların logolarına bakınca da, neler oluyor, neyin operasyonu başlatıldı demekten de alamıyor kendini insan. Hele ki diğer operasyonlar sıcaklığını korurken...

Söz konusu kişileri (eğer doğruysa) madde kullanmaya iten faktörleri görmezden gelerek yaftalamak, tabi ki de işin en kolay yolu.

Kurulu sistemin ihtiyaçları doğrultusunda kariyerine en yukarıdan başlayıp, popüler olmayı da, çok para kazanmayı da çok genç yaşta deneyimleyen ve belki de bunu kaldıramayan genç insanların çareyi yanlış yollarda aramaları kadar doğal bir şey olabilir mi?

Büyük büyük ağabeyleri, ablaları eriyen burunlarına zırt pırt estetik ameliyat yaptırırken hem de...

"Ama o daha çok küçük, yazık ona" şeklinde de bakmıyorum tabi ki. Hele ki reşit olup belli sorumlulukları üstenebilir akli melekelere sahiplerse... Durun biraz... Yoksa değiller mi?..

Çok acımasız bir dünyada yaşıyoruz. Akli melekelerimiz de o kadar kırılganlaştı ki...

Değil mi ki boş gözlerle TV karşısında saatlerimizi geçiriyoruz. Hem de sigarası mozaiklenmiş katillerin kullandıkları silahların her türden detayını görüp (bir süre sonra) gizliden özenerek...

Değil mi ki facebook vs ne kadar sanal sosyal medya ortamı varsa, paylaştığımız her fotoğrafın, her çalıntı ya da zorlama aforizmanın, mutlu ve başarılı olduğumuz her anın, çevremiz tarafından beğenilmiş olmasını bekliyoruz göz ucuyla...

E işte... Buyrun! Yasal uyuşturucu...

Daha güzel bir yolu olmalı bütün bunların...

Sevgiler.


Senin de hakların var

Vatandaşlık haklarını okuyorum:

Konuşmana gerek yok biz ifadeni hazırladık zaten.

İmzalamanı sağlayacak yöntemlerimiz de mevcuttur.

Avukatın da yan hücrede yani telefon etmene gerek yok.

Eğer suçsuzsan mahkeme senin için bir suç uyduracaktır.

İstediğimiz cezayı alana kadar mahkemeye çıkmakta özgürsün.

Sattığımız ya da yaktığımız yerleri korumaya çalıştığın sürece bu böyle devam edecek.

Senden önce aynı akıbete uğrayanlardan ders almadıysan, bu senin problemin.

Vergini ödüyor olman zeka düzeyini gösteriyor.

Düşünmek yerine çalsaydın bunlar başına gelmezdi.

Çalabildiğini, yaktığımız yerlerden açılan alanlarda yapılan rezidanslardan alarak kanıtlayabilirsen, ya da yalandan da olsa bizim gibi görünmeyi becerebilirsen, hakkında hafifletici unsur olarak değerlendirebiliriz.

Paran yoksa borçlanabilirsin, biz de işimize bakarız.

Bunlar senin için lüksse ve kömür ya da makarnaya tav olduysan, sakın seçimlerinden dolayı hayıflanma, artık çok geç.

Her aile 4-5 çocuk yapmaya başladığında, oyuna da ihtiyacımız olmayacak.

100 milyonu aştığımızda, %10 barajını geçemiyor olacaksınız.

Ama zaten padişahımız efendimiz oy vermeyi de kaldırmış olacak.

Sakın ola ki teröristlerden medet umma, hepsi içeride. Eskiden terör yapanları çıkartıp onlara yer açtık.

İçeriden çıkarttıklarımızın ya da dağdan topladıklarımızın, komşularımızı karıştırmaları bizi bağlamaz, bu savaşı biz çıkartmadık. Ama barışı da sevmiyoruz.

Okuduklarımı anladıysan milli eğitimde daha çok işimiz var demektir.

23 Ocak 2013 Çarşamba

S.A.V.


Yine bir döngü, hatırlamak ve hatırlatmak için. Kutlamak ve şükretmek için. Hangi takvimi kullandığımızın yine bir önemi yok... Önemli olan, (aslında unutmayacağımız sıklıkta) bize iletilen yolun neresinde olduğumuzun hesaplaşmasını yapabilmek.

Yüzeyde kalan ve zihnimizi meşgul eden gündelik sıkıntılar, çoğunlukla derinlerdeki meselelerle olan irtibatımızı zayıflatıyor ya da hepten kopartıyor. Bugün de, popüler tabiriyle "kişisel ajandamızda", "doğru düzgün yaşamak" ile ilgili, tutum ve davranışlarımızı gözden geçirmek için bir hatırlatıcı olmalıdır.

Bu bakış açısının nereye gideceği aşağı yukarı belli olduktan sonra, başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Günün önemli olayı, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) kutlu doğumu, yani Mevlid Kandili.

Bir şey dikkatinizi çekti mi ?

İsterseniz biraz zaman ayırıp araştırabilirsiniz. Karşılaşacağınız kaynakların çok büyük bir bölümünde, yukarıdaki ibare, "Hz. Muhammed (s.a.v)'in" şeklinde geçer... Peki açarak yazalım; Hazret-i Muhammed Sallâllahü Aleyhi Vesellem (Allah'ın rahmeti ve selamı üzerine olsun)... Kendisine duyulan sevgi ve saygıdan kaynaklı bir iyi niyet temennisi... Üstelik yalnızca onun için kullanılan bir ibare. Kendisinden önceki tüm peygamberler için (a.s.), yani Aleyhimüsselam, yani "Allah onlara selam etsin" kullanılıyor.

Şahsen aksi belirtilmediği sürece bir şeyin nasıl yapıldığı ile ilgili olarak, bana daha doğru gelen uygulamaları tercih ediyorum. Ancak burada şekilden öte, (kabul edilebilir ama şık olmayan) bir Türkçe hatası da yapılıyor. Düzeltmek de çok zor değil...

Bu detayda bakıldığı zaman da, diğer tüm temenni, istek ve duaların, "anlamadığımız" bir dilde yapılmasından dolayı olası yanlış uygulamalarının vereceği rahatsızlıkları nereye koyacağız...

Sevgili Levent Kazak'ın kulakları çınlasın, Neredesin Firuze filminde geçen ve benim çok beğendiğim bir yaklaşımı var. "Sen Allah ile konuşursan, buna dua denir. Allah seninle konuşuyorsa buna şizofreni diyoruz." Çok doğru değil mi?..

Bu gece kendi dilinizde konuşun onunla... Onun tavsiyelerini okurken de anladığınızdan emin olun...

Sevgiler.