8 Kasım 2000 Çarşamba

Günaydın Kız Kulesi

Çoğu zaman çalar saatin çalması değil de elektronik biletin turnikede çıkarttığı ses kendine getirir.

Yeni bir günün başladığını işte tam o aman anlarsın. O andan itibaren küçük bir koşuşturma akşama kadar şiddetini arttırarak devam eder.

İlk telaşın, çeyrek geçe ya da çeyrek kala iskelede olmaktır ama henüz kendine gelemediğin döneme denk geldiği ve zaten vapuru kaçırsan da bir sonrakini beklemenin yaşayacağın keyfe değeceği için güme gider bu telaşın. Asıl gerçek dünyayla ilk randevun, şöyle köşe bir yer kapmaktır; taktiklerini daha bekleme salonunun kapıları açılmadan belirlersin:

Mmm şu walkman dinleyenin önüne geçersem, gazetesini daha bitirmemiş iyi...

İskele verilmeden tehlikeli ve yasak bir şekilde vapurdan atlayanları, ne gereksiz diyerek izlersin belki; belki de hiç ilgini çekmez her gün en az iki kez gördüğün bu manzara.

Evet kapılar açıldı, niye iki tarafı da açık olan merdivenlerin sadece birini kullanır ki bu kalabalık, arka tarafa dolaştın mı işte senden başka kimse yok burada... Hızlı adımlar üst kata ulaştırır seni, ve bir düşünce alır:

Sigara içeceksem dışarıda oturmalı, ama orada da çayı koyacak yer yok... Neyse, dökmeden tutabilirsem eğer...

Nihayet köşe, denizi de iç salonun kapısını da gören; gidiş yönüne ters ama hiç mühim değil. Aşağıdakiler hala sallanıyor;

Zor bulursunuz benim buluğum gibi yeri... Bakalım, evet daha var, çaycı geliyor parayı hazır et...

Çççaayyyy!

Ver bi tane. Tost?

Hemen ağbi...

Ne kadar... Alsana...

Evde kahvaltı da neymiş... Hafta sonu değilse, karınla kahvaltı yapamıyorsan, o işe senden önce gidiyor ya... A, neden olmasın yarın erken kalkmalı, bi taneme bi kahvaltı sürprizi... Neden olmasın...

Neyse, hareket ettik nihayet. Bilumum balıkçıllar dizilmiş yine mendireğe, pür dikkat hepsi aynı tarafa bakıyor, birilerini mi bekliyorsunuz siz... Ses yok...

Şimdi burnun arkasından Kız Kulesi görünene kadar Haydarpaşa’nın daha önce görmediğim bir kenarı köşesi var mı bir bakalım. Çabuk geçtik mi bana mı öyle geldi Haydarpaşa’yı... Bu konteynırlar hiç kıpırdamaz mı, dün nasıl bıraktıysam öylece duruyorlar. Hatta geçen haftadan geçen aydan bu yana hiç değişiklik yok.



Günaydın Kız Kulesi... Seni gören bir evimiz olsa hiç işe gider miydim bilmiyorum şu sırtlardan birinde... Nasılsın bugün... Martılar iyi baktı mı sana... Aferim onlara.
Gözün takılır ya bazen, ama genelde kıpırdamaz gözünün takıldığı yer, vapurda öyle olmuyor işte. Beyaz köpükler nereye kadar dayanacak, ne kadar yaşayacaklar ona bakıyorsan eğer farkında olmadan, zordur takip etmek... Kıpırdamadan kulaklarına gelen tısss sesini diğer gürültülerden ayıklayabilirsen, deyme keyfine...

Bu sabah pek gemi de yok hayırdır... Çok mu erken çıkmışım, yoook...Yirmi bir, yirmi iki, yirmi üç; eh yeni gökdelen de yok... İyi iyi...

Bir sigara yakalım bakalım artık... Uzaklar niye böyle giz dolu, oradaki insancıklar ne yapıyorlar şimdi...

Kaptan Cevdet, cep telefonu 0532 filan filan. Niye yazarsınız ki kocaman... Herkes alabildiğine yalnız, biri daha arar mı acaba diye mi yazıyorlar cep telefonlarını yoksa... Ha bir de herkesçe bilinse de telefonların buradan çekmediği, belinden yeni olduğu belli olan telefonunu çıkarıp kurcalayanlara, bir yeri arar gibi yapanlara, gömleği ütüsüz olduğu halde saatine hızla bakıp aynı hızla telefonunu çıkartıp hiçbir yerine basmadan kulağına götürenlere ne demeli, çok önemli bir toplantısını şimdi hatırlamış gibi...

Akşam olsaydı alt kattan gelmiş olurdu şimdiye akedeoncu, dinlerdik ne güzel...

Bu gün az iş var, inşallah da öyle kalır. 18:15’e yetişir miyim... Bilinmez ki...

A, gelmişiz işte... Bakalım, iyi inmek için acele etmeye gerek yok. Üsküdar’a gidip gelen motorlar amma büyük, eskiden küçücük tekneler çalışırdı. Şimdi özel yaptırıyorlar her halde...

Evet merdivenler boşalmaya başladı, kalkma zamanı.

Akşama görüşürüz...