1856 yılında Avustralya'nın Melbourne kentinde inşaat ve taş işçilerinin günlük çalışma saatlerinin 8 saatle sınırlandırılması talepleriyle başlattıkları yürüyüşün etkileri bundan 30 yıl sonra Amerikan İşçi Sendikaları konfederasyonu önderliğinde yine 8 saatlik bir çalışma süresi talepleri ile iş bırakmalarıyla daha geniş bir yankı buldu.
1889'da 2. Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 mayıs tüm dünyada "Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü" olarak kutlanılmaya başladı.
Ülkemizde ilk kez 1923'te kutlanan 1 Mayıs, 2008'den bu yana "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanmakta. 2009'da da resmi tatil olarak kabul edilmiş.
Ancak 1 Mayıs denildiğinde ülkemizde en çok hatırlanan, anılmadan geçilmesi de mümkün olmayan 1977 yılında İstanbul Taksim meydanında yaşanan o talihsiz kanlı gün.
Zamanın siyasal gelişmelerinin ve uygulanan baskı rejimlerinin, dünyaya soldan bakan insanların giderek yayılmasına sebep olmuştu. 1977 1 Mayısına böyle bir ortamda, o güne kadar hiç görülmemiş geniş bir katılımla girilmişti.
Üzerindeki tartışmaların halen bir sonuca ulaştırılmadığı ama kendiliğinden de olmadığı yadsınamaz bir gerçek olan bir müdahale ile karşılaşıldı.
Bu müdahalenin kaynağını içeride de arayan oldu, dışarıda arayan da. Ancak şu da bir gerçek ki, kimse de bulmak istemedi. İsteyenler de güzelce engellendiler...
O gün, onlarca kişi hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı.
Takip eden olaylar silsilesi bizi 12 Eylül rejimine, oradan da bugünlere taşıdı...
İnsanlar, özellikle de haksızlığa uğradığını düşünenler, artık çözümü sosyal demokrat ya da sol akımlarda aramaktan vazgeçti.
Bu cümleyi şöyle kurmak daha doğru aslında: "İnsanlar çözüm aramaktan vazgeçti"...
"Benim memurum işini bilir" ile başlayan, hayata bireysellikten bakma alışkanlığı, giderek toplumun yararına bir çaba göstermenin gereksizliğini yerleştirdi insanlarda...
Artık bireyler kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydı.
Liyakatin de bir geçmiş zaman masalı haline gelmesiyle, herhangi bir işin yürütülmesi, hemşehirlilik, particilik ve nihayet bilmem kimin tanıdığı olmakla çok alakalı bir hale geldi.
İdeolojilerin tarihinde kendini halktan, ezilenden, haksızlığa uğrayandan yana yerleştirip, onlar için politikalar üretme derdinde olan sol bile, artık raiting derdine düşüp, ana rotalarından çok uzaklaştılar.
Beri yandan belki de ülkemize özel bir durum, "dört solcu bir araya geldiğinde, günün sonunda beş fraksiyon çıkar" sözünü onaylarcasına, fikir birliğine ulaşamayan, zamanını liderlik yarışı ile harcayan bir solumuz olduğu için net bir varlık göstermeleri de beklenmez oldu.
Zaten bu yüzden de bir tercih olmaktan çok uzaklar bugünlerde...
Bunu söylerken tabi ki bir geçmiş güzellemesi yapmak değil amacım.
Yeşil parkalı, kalın bıyıklı abilerin tok sesleriyle birbirlerine yoldaş demeleri de hiç bir şeyin çözümü olmayacaktı zaten.
En başından, önerdiği çözüm bir mantığa otursa da, o mantığın yanlış bir yapıya yerleştirilmeye çalışıldığı Sovyet Sosyalizminden esinlenen, özellikle ülkemizdeki akımlar da olmayan, oluşmamış bir sosyal sınıfın mücadelesini veriyorlardı.
İnandıkları bu uğurda hayatlarını dahi kaybedenler oldu. İmkansızı başarmaya çalışırken.
Kırmızı bayraklara takılıp kalmak da o günlerden bugüne bir miras...
Mesele, aslında yeterince dışarıdan bakıldığında olabildiğince basit.
Bir cümlede özetlemek gerekirse, üretim yapanların örgütlenerek hak ettiklerini başka unsurları etkilemeden almalarını sağlayacak siyasal baskıyı gerçekleştirebilmeleri.
Bu ister ilk akla geldiği şekliyle fabrika işçilerinden oluşmuş bir grup olsun, ister medya sektörü çalışanları. İnanın aralarında hiç bir fark yok.
Bugün dünyanın hemen her yerinde uygulanan küresel ekonomik düzen, yönetimleri parasal anlamda fonlayan sermaye sahiplerinin istekleri doğrultusunda şekilleniyor.
Bu çerçevede ortaya atılan ilk itirazdan bu yana, mücadelenin amacı hiç değişmedi aslında.
Eğitim sisteminden hukukuna, her şekliyle ihtiyacı olan kalifiye bireyleri yetiştirmek ve kontrol altında tutmak üzerine kurulu bir ekosistemin parçalarıyız hepimiz.
Kendini müfredatın dışında eğitmeyen bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan bir toplum da çıkış yolu gösterecek ya da yönetimde söz sahibi olmaya niyetli insanlar üretmiyor neticede...
Bu anlamda başarıya ulaşmış, gelmiş geçmiş tek devrim, en azından benim bildiğim kadarıyla, Mustafa Kemal Atatürk'ün arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdiği Türk Devrimidir.
Ancak artık devrimler zamanı çok gerilerde kaldı. Bir değişim yaşanacaksa, bunun evrilerek hayata geçmesi gerekiyor. Devrimler devri kapandığı için, yapılacak her türden müdahale bir darbe olarak adlandırılır ve artık sadece 3. dünya ülkelerinin sorunu olacaktır.
Gelişmiş ülkelerde başka amaçlar olmalı.
Bugün uygar olmaktan, uygarlıktan anladığımız da en son sürüm cep telefonlarının ne kadar yaygın olduğuyla ilgili ne yazık ki...
Aslında uygar olmak, insan ya da değil, başkasının hakkına saygı gösterebilmekten geçiyor. Hakça paylaşmanın önemi her zamankinden daha değerli bir hal aldı.
Her gün milyon dolar harcasa, bin yılda bitmeyecek servetlere sahip insanlar bir tarafta, eline geçen geliriyle ayın ilk 5 gününü en düşük standartlarda geçirebilmeyi mutluluk kaynağı olarak görmek zorunda olanlar bir tarafta.
Bir tarafta da güncel olduğu için altını çizelim, örneğin covid19 için geliştirilmesi beklenen aşı ya da tedavinin ne kadar pahalı bir şey olduğu konuşuluyor...
Hep söylendiği gibi, açları doyurmakta bir sıkıntı yok, derdimiz tokları doyurmak...
Dünyanın hala daha tüm canlılığa yetecek kaynağı var. İş onu hakça paylaşmanın bir yolunu bulmakta.
Bu çok zor olmasa gerek. Zira örneğin, ormandaki maymun eğer insan kaynaklara müdahale etmediyse, açlıktan ölmemeyi becerebiliyor.
1 Mayıstan maymuna nasıl geldik :)
E geliniyor işte... bir daha okuyun isterseniz :)
Resmi adıyla, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günümüz Kutlu Olsun!
Sevgilerimle.