12 Haziran 2020 Cuma

12.06

İnsan hatırlıyor,
        ilk hatırladığı anı.
            Bir öğlen, sefer tası ile hastane ziyareti.

İnsan hatırlıyor,
        ilk gurur verdiği anı.
            Bir tavsiyenin küçük adamdan büyük adama verilmesi.

İnsan hatırlıyor,
        akşam olduğunda beklemeleri.
            Önce arabanın sesi duyulur uzaktan.

İnsan hatırlıyor,
        ilk sigara ile yakalanışı.
            Sonra, "gel oğul yanımızda iç, yüzünü görelim"leri.

        kalp kırdığın anları,

        gülümsemesini,

        kahkahasını,

        uzak kalışları,

        buzdolabındaki notu,

        onsuz geçen zamanı...

Geriye anılardan başka bir şey kalmayınca...

            Huzur içinde uyu babacığım...

        

        

         

3 Haziran 2020 Çarşamba

kayıp

tuzlu olurmuş gözyaşı 
onu hatırladım bugün yine.

aman komşular görecek demeden
balkonda ağladığımda.

buluttan kuzular gibi
şekilden şekile giren sigaramın dumanında
hayalle karışık anılar.

yokluğu bile değil
yokluğun verdiği üzüntü kapladı içimi

benim de değil oğlumun üzüntüsü.

neler vermezdim
bunu da yaşamaman için
bir bilsen
oğluşum

geçmez bilirim ama
keşke geçse yerine
başka ne varsa...
.

31 Mayıs 2020 Pazar

isyanım

Pamuk ipliğine bağlı
     şanslar,
     hayatlar,
     sevgiler...

Dört elim yok ki
sarılayım.

Gücümü mü test ediyorsun
hayat !
    -ya da her neysen...
    Sevgimi mi,
    aşkımı mı,
    bağlılığımı mı?

Yoruldum ben.
Anlıyor musun,
   yoruldum...

Ruhum yorgun.
   Kollarım da.
   Kanatlarım kırık.

Sıksam taşı, çıkarırım suyunu yine.
Ölmedim daha.

Ama sen ölüyorsun içimde.
Ağıtım ondan.
   Korkum da,
   isyanım da...


Erenköy


1 Mayıs 2020 Cuma

1 Mayıs

1856 yılında Avustralya'nın Melbourne kentinde inşaat ve taş işçilerinin günlük çalışma saatlerinin 8 saatle sınırlandırılması talepleriyle başlattıkları yürüyüşün etkileri bundan 30 yıl sonra Amerikan İşçi Sendikaları konfederasyonu önderliğinde yine 8 saatlik bir çalışma süresi talepleri ile iş bırakmalarıyla daha geniş bir yankı buldu.

1889'da 2. Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 mayıs tüm dünyada "Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü" olarak kutlanılmaya başladı.

Ülkemizde ilk kez 1923'te kutlanan 1 Mayıs, 2008'den bu yana "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanmakta. 2009'da da resmi tatil olarak kabul edilmiş.

Ancak 1 Mayıs denildiğinde ülkemizde en çok hatırlanan, anılmadan geçilmesi de mümkün olmayan 1977 yılında İstanbul Taksim meydanında yaşanan o talihsiz kanlı gün.

Zamanın siyasal gelişmelerinin ve uygulanan baskı rejimlerinin, dünyaya soldan bakan insanların giderek yayılmasına sebep olmuştu. 1977 1 Mayısına böyle bir ortamda, o güne kadar hiç görülmemiş geniş bir katılımla girilmişti.

Üzerindeki tartışmaların halen bir sonuca ulaştırılmadığı ama kendiliğinden de olmadığı yadsınamaz bir gerçek olan bir müdahale ile karşılaşıldı.

Bu müdahalenin kaynağını içeride de arayan oldu, dışarıda arayan da. Ancak şu da bir gerçek ki, kimse de bulmak istemedi. İsteyenler de güzelce engellendiler...

O gün, onlarca kişi hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı.

Takip eden olaylar silsilesi bizi 12 Eylül rejimine, oradan da bugünlere taşıdı...
İnsanlar, özellikle de haksızlığa uğradığını düşünenler, artık çözümü sosyal demokrat ya da sol akımlarda aramaktan vazgeçti.

Bu cümleyi şöyle kurmak daha doğru aslında: "İnsanlar çözüm aramaktan vazgeçti"...

"Benim memurum işini bilir" ile başlayan, hayata bireysellikten bakma alışkanlığı, giderek toplumun yararına bir çaba göstermenin gereksizliğini yerleştirdi insanlarda...

Artık bireyler kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydı.

Liyakatin de bir geçmiş zaman masalı haline gelmesiyle, herhangi bir işin yürütülmesi, hemşehirlilik, particilik ve nihayet bilmem kimin tanıdığı olmakla çok alakalı bir hale geldi.

İdeolojilerin tarihinde kendini halktan, ezilenden, haksızlığa uğrayandan yana yerleştirip, onlar için politikalar üretme derdinde olan sol bile, artık raiting derdine düşüp, ana rotalarından çok uzaklaştılar.

Beri yandan belki de ülkemize özel bir durum, "dört solcu bir araya geldiğinde, günün sonunda beş fraksiyon çıkar" sözünü onaylarcasına, fikir birliğine ulaşamayan, zamanını liderlik yarışı ile harcayan bir solumuz olduğu için net bir varlık göstermeleri de beklenmez oldu.

Zaten bu yüzden de bir tercih olmaktan çok uzaklar bugünlerde...

Bunu söylerken tabi ki bir geçmiş güzellemesi yapmak değil amacım.

Yeşil parkalı, kalın bıyıklı abilerin tok sesleriyle birbirlerine yoldaş demeleri de hiç bir şeyin çözümü olmayacaktı zaten.

En başından, önerdiği çözüm bir mantığa otursa da, o mantığın yanlış bir yapıya yerleştirilmeye çalışıldığı Sovyet Sosyalizminden esinlenen, özellikle ülkemizdeki akımlar da olmayan, oluşmamış bir sosyal sınıfın mücadelesini veriyorlardı.

İnandıkları bu uğurda hayatlarını dahi kaybedenler oldu. İmkansızı başarmaya çalışırken.

Kırmızı bayraklara takılıp kalmak da o günlerden bugüne bir miras...

Mesele, aslında yeterince dışarıdan bakıldığında olabildiğince basit.

Bir cümlede özetlemek gerekirse, üretim yapanların örgütlenerek hak ettiklerini başka unsurları etkilemeden almalarını sağlayacak siyasal baskıyı gerçekleştirebilmeleri.

Bu ister ilk akla geldiği şekliyle fabrika işçilerinden oluşmuş bir grup olsun, ister medya sektörü çalışanları. İnanın aralarında hiç bir fark yok.

Bugün dünyanın hemen her yerinde uygulanan küresel ekonomik düzen, yönetimleri parasal anlamda fonlayan sermaye sahiplerinin istekleri doğrultusunda şekilleniyor.

Bu çerçevede ortaya atılan ilk itirazdan bu yana, mücadelenin amacı hiç değişmedi aslında.

Eğitim sisteminden hukukuna, her şekliyle ihtiyacı olan kalifiye bireyleri yetiştirmek ve kontrol altında tutmak üzerine kurulu bir ekosistemin parçalarıyız hepimiz.

Kendini müfredatın dışında eğitmeyen bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan bir toplum da çıkış yolu gösterecek ya da yönetimde söz sahibi olmaya niyetli insanlar üretmiyor neticede...

Bu anlamda başarıya ulaşmış, gelmiş geçmiş tek devrim, en azından benim bildiğim kadarıyla, Mustafa Kemal Atatürk'ün arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdiği Türk Devrimidir.

Ancak artık devrimler zamanı çok gerilerde kaldı. Bir değişim yaşanacaksa, bunun evrilerek hayata geçmesi gerekiyor. Devrimler devri kapandığı için, yapılacak her türden müdahale bir darbe olarak adlandırılır ve artık sadece 3. dünya ülkelerinin sorunu olacaktır.

Gelişmiş ülkelerde başka amaçlar olmalı.

Bugün uygar olmaktan, uygarlıktan anladığımız da en son sürüm cep telefonlarının ne kadar yaygın olduğuyla ilgili ne yazık ki...

Aslında uygar olmak, insan ya da değil, başkasının hakkına saygı gösterebilmekten geçiyor. Hakça paylaşmanın önemi her zamankinden daha değerli bir hal aldı.

Her gün milyon dolar harcasa, bin yılda bitmeyecek servetlere sahip insanlar bir tarafta, eline geçen geliriyle ayın ilk 5 gününü en düşük standartlarda geçirebilmeyi mutluluk kaynağı olarak görmek zorunda olanlar bir tarafta.

Bir tarafta da güncel olduğu için altını çizelim, örneğin covid19 için geliştirilmesi beklenen aşı ya da tedavinin ne kadar pahalı bir şey olduğu konuşuluyor...

Hep söylendiği gibi, açları doyurmakta bir sıkıntı yok, derdimiz tokları doyurmak...
Dünyanın hala daha tüm canlılığa yetecek kaynağı var. İş onu hakça paylaşmanın bir yolunu bulmakta.

Bu çok zor olmasa gerek. Zira örneğin, ormandaki maymun eğer insan kaynaklara müdahale etmediyse, açlıktan ölmemeyi becerebiliyor.

1 Mayıstan maymuna nasıl geldik :)

E geliniyor işte... bir daha okuyun isterseniz :)

Resmi adıyla, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günümüz Kutlu Olsun!

Sevgilerimle.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Bir karanlık var içimde.
Nefes alıyor.

Benim nefesimi.

Çocuk dertlerimi özledim.

Acıkırsın ya işte
Çok çok...
Ya da büyümek istersin
Bok var gibi.

Çık nefesim.
Çık da uç çocukluğuma.

23 Nisan 2020 Perşembe

100. Yıl

Değerli Dostlar!

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız hepimize kutlu olsun!

Aynı zamanda Büyük Millet Meclisimizin açılışının da 100. yılını kutluyoruz. Çocuk bayramı kısmı için bir 7 yıl daha beklememiz gerekiyor. Ama olsun, yıl dönümleri iyidir bahane olur hatırlamaya.
doğum günleri, özel günler, bayramlar da böyle değil mi zaten...

Bu bayram, TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin
1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk'ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu.

23 Nisan'ın Çocuk Bayramı olarak kutlanışı 23 Nisan 1927'de Atatürk'ün himayesinde başlamış.

Tarihçesine girmiyorum, bu konuda kurulabilecek en güzel cümleleri sabahki yayınında sevgili Ünsal Ünlü kurdu zaten. merak eden bakabilir.

https://www.youtube.com/watch?v=deHZvso2uu4

Sağ olsun, kendisine gönderdiğim, klibi adımı zikrederek paylaştı, twitterda hiç görmediğim kadar bir ilgi gördüm... çok teşekkür ediyorum...

Bugün, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı.

Klibi hazırlarken de geçmiş fotoğraflara bakınca çocuğundan yaşlısına aydınlık, yarınına güvenle bakan insanlar görüyoruz. Zaten cumhuriyetimiz yaş meselesine pek takılmamış malum. 10 yılda 15 milyon genç bu sayede oluştu.

Bugün en azından çocuklar mutlu. Gözlerinde doğum günleri haricinde kendilerine hediye edilen biricik günün verdiği mutluluk var.

Gerçi doğrusunu söylemek gerekirse her çocuk gibi sevincini abartarak ortaya koyanlar da yok değil ama hoş görmek lazım.

Mutlu olmayı dizginlemeye çalışırsak zaten, çok değil bir 10 20 yıl sonra karşılaşacakları hayatın onları sokacağı sıkıntı ve kederin önüne geçmeye çalışmak olur bu.

Hayatın önüne geçemeyiz değil mi?.. Yoksa geçebilir miyiz?..

Mesela, kendinizi egemen hissediyor musunuz?..

Yok mu?..

Peki.

Bu konuda daha fazla yorum yapmak istemiyorum. Malum 90bin kişilik bir kapasite açığı var :)

E böyle olunca da geriye çocuklar hakkında konuşmak kalıyor. Ama gelinleri mi konuşalım, işçileri mi?..

O da olmuyor... Ne konuşacağız bugün? En iyisi içimizdeki coşkuyu da fazla örselemeden lafı da kısa tutmak aslında...

Ha bir de marş konusu var. istiklal, 10.yıl, izmir, pek kullanılmasa da 50. yıl marşlarımız var. Böyle günlerde hep içimizde olan ama günlük hayatın kovalamacası yüzünden kenarda köşede kalmış duygularımızı harekete geçiren şeylerdir marşlar.

Bir bakıma toplumun da çimentolarından biridir. Meclisimizin 100. yılı için yazık ki bir varlık gösterilmedi, ama umuyorum önümüzdeki 3 yıl içinde cumhuriyetimizin 100. yılına yakışan bir marş da hazırlanır.

Ben bir müzik insanı değilim ama bunu kendime görev edinip her fırsatta hatırlatmaya çalışacağım...

Ayrılmadan, çocuklarımıza bırakabileceğimiz en değerli mirasın cumhuriyete, ama öyle hamasi sözlerle değil, gerçekten kalpten bağlı kalma bilinci olduğunun altını çizmek istiyorum.

Bunun için de kısa cumhuriyet tarihimizin ne aşamalardan geçilerek yazıldığını, önce kendimizin anlaması lazım.

Size Atatürk'ün Söylevini okumanızı tavsiye ediyorum. Nutuk yani...

1980 darbesinin zaviyesinden (ne demek, bakış açısı) hazırlanmış ilkılap tarihi ki koskoca Türk Devrimine devrim diyememiş bir bakış... İnkılap tarihi dersleri okul zamanı hepimizi bunalttı malum. Şimdi not kaygısı olmadan, sadece öğrenmek için söylevi okuyun derim.

Böylece hayatımız için vereceğiniz kararlarda da, çocuklarımıza aktaracağınız mirasta da içi dolu, gerçeklerle donatmış oluruz kendimizi...

Bu seferlik bu kadar olsun.
Sevgiyle kalın.


27 Mart 2020 Cuma

Cecille'e Mektup


Sevgili Cecille,

Aşk olsun. Yazmıyorsun artık bana. Neyse ki haberlerini kadim dostum Benjamin’den alıyorum. Yeni bir kitap yazıyormuşsun, tebrik ederim. Belki de bu yüzden vakit bulamıyorsundur. Bendeki de gereksiz bir serzeniş oldu bak şimdi. Görüyor musun?

Çok merak ediyorum yeni kitabını. En az ikincisi kadar başarılı olacağından eminim tabi. Yepyeni bir olaylar zincirine başladığını düşünüyorum. Ama tabi belli de olmaz, bir üçleme düşünüyorsan çok daha ilgi çekecektir. Neler diyorum ben, bunlar senin bileceğin işler. Yönlendirmek bana düşmez.

Günlerin nasıl geçiyor? Kuzey soğuktur şimdilerde. Umarım yeterince sıkı giyiniyorsundur. Dikkat et kendine yavrucuğum. Ah yine yukarıdan konuşuyorum. Kusura bakma, sevmediğini biliyorum ama elimden başka da bir şey gelmiyor. Senin o narin yüzün, ister istemez bir koruma güdüsü geliştiriyor insanda. Oysa sen tanıdığım en güçlü kadınlardan birisin. 

Bunu böyle yazıvermek bile ne kadar heyecan verici biliyor musun? Daha dün gibi balonun elinden kaçtığında gözünden yanağına süzülen yaşlar.  Ne çabuk büyüdün sen ve öncesinde ne güzel bir insan yetiştirdi sevgili annen. Onu ve seni tanıdığım için çok şanslıyım.

Cecille, sana bu mektubu daha kolay eline geçmesi için dostum Fellmore ile gönderiyorum. Umuyorum ki bu plansız karşılaşma senin için bir sıkıntı olmamıştır. Kendisi, sen de fark etmişsindir ki biraz içe kapanıktır. Üç ay kadar orada olacak. Burs bulabilirse daha da uzayabilir tabi. Senden ricam, bir iki kez misal, çay içmeye falan davet etmen. Zira tanıdığı kimse yok. Yalnızlık nasıldır bilirsin. Senin ilk zamanlarında çok zorlanmadığını biliyorum. Ama herkes senin kadar hayat dolu değil.

Geçen akşam Benji ile kulaklarını çınlattık. Fellmore’un geleceğini duyunca zaten, alelacele bu satırları yazmak istedim.

Aklın kalmasın diye söylüyorum, anneciğinin kabri için her şeyi yapıyorum. Bir iki haftaya yeni çiçekler dikilecek. Baharın gelişini müjdeleyen papatyalar. Sen de seversin biliyorum.

Neyse. İçinden bu ihtiyar da amma uzattı diyorsundur. Haklısın.

Kısa tutmaya gayret ediyorum ama çok özledim be yavrucuğum.

Mayısta gel e mi?

Öpüyorum.

24 Ocak 2020 Cuma

Hepsini Topladık Diyelim


Soğuk ama güneşli bir gündü. Hiç unutmuyorum. Ablamın evinin bahçesinde akşam çayı için sandalyeleri falan düzenliyordum haberi radyodan duyduğumda… Neden olduğunu sorgulamadan, bundan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağını hemen anlamıştım.

Bugünle karşılaştırınca zavallı bile sayılabilecek ilişkiler ağını yazıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam yılın sadece ilk günü, keyifli yazılarını kaleme aldığı için adını “Gözleme” olarak değiştirdiği köşesinde…

Kim hangi ihaleye nasıl girmiş, o girdiği ihale koşulları hazırlanırken kimler, kimlerin firması üzerinden kiralanan ofis katlarında görülmüş, bir dedektif titizliği ile araştırıp, korkusuzca açıklardı.

Diğer pek çok kavramda olduğu gibi, “araştırmacı gazetecilik” ayağa düşmeden önce, karanlıklarda kalması tercih edilen ne varsa, gün yüzüne çıkardı onun sayesinde.

Demokrasinin vazgeçilmez 3 kuvvetinin ayrı ayrı işlediği dönemlerde, basına 4. güç denmesinin en önemli gerekçesini neredeyse tek başına yerine getirirdi…

Bir günden bir güne, meslektaşları ya da bir başkası için saygı sınırlarını aşacak, şimdi çok sevilen haliyle polemiklere neden olacak tek kelime görmedim yazdıklarında.

O, sadece işini yapardı. En iyi haliyle…

O yüzden de susturuldu.
Büyük bir gürültüyle.
Diğerlerine ibret olsun diye.
Kalemini satmadığı için.
Bayrağı devralan var mı? Doğrusunu söylemek gerekirse, tüm özellikleriyle birlikte, “hah budur” diyebileceğim bir örneğine henüz rastlamadım. Tek tük, o da baskın bir otokontrol mekanizması altında, bir şeyler söyleme gayretinde olanlar yok değil.

Hepsini toplasan bir Uğur Mumcu etmez o ayrı.

Bununla birlikte, görüşleri itibariyle tam karşısına konumlandırılabilecek niceleri, ellerine tutuşturulan borazanlarla, nefesleri yettiğince sonuna kadar bağırmakta…

Yine de umutlu olmak lazım…