11 Mayıs 2008 Pazar

Enerji

Her canlı (bir gün) ölümü tadacaktır. (3:185)

Korkularımıza baş tacı ettiğimiz ölüm. Bedenlerin cansız ruhların özgür kaldığı anın başlangıcı.Sevdiklerimizden (bir süreliğine) ayrı kalmak.Zamanın deviniminde sıkışmış hayatımızın sonu.

Ölümden sonraki durumu henüz deneyimleyip de yaşama geri dönmüş bir örnek yok/bilinmiyor.
Zaman bizim için var olan ve her şeyimizi ona göre endekslediğimiz ilginç bir kavram. Mekana ve hareketliliğe bağımlı, olmadığını düşünmeye bile yanaşmadığımız bir kavram.

Uzayı kendimize göre tanımlarken a noktasından b noktasına yaptığımız yolculuğun iz düşümüne karşılık olarak hislerimizle algıladığımız, belki de icat ettiğimiz bir kavram.
Algımızın, beynimizin sınırları, bildiğimiz ya da bilmediğimiz uzayın derinliklerine dek uzansa dahi kavramakta güçlük çekeceğimiz bir permütasyon, kombinasyon denklemi içinde doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. Ve bizimle birlikte gördüğümüz görmediğimiz, varlığından emin olduğumuz olmadığımız her türden canlı da aynı şekilde, canlı hayatının başladığı/başlatıldığı ilk andan bu yana.

Ortaya atıldığı ilk andan bu yana zıtlıkların kutuplarından birini oluşturan Darwin'in Türlerin Kökeni Teorisi ve "Kitap" sahibi dinsel inanışların uygulayıcılarının (!) çelişki ve çözümsüzlükte bıraktıkları iki yaklaşımın da birbirini tamamlayacağı bir senaryo nedense bugüne dek ilgi görmemiş. Bu konuya daha sonra detaylı olarak girmek üzere devam ediyorum.

Yörüngeleri içinde birbirlerine çarpmaları gerekmedikçe teğet bile geçmeyen gezegenler silsilesinde olduğu gibi birbirlerine girift olmuş hayatlar yaşanıyor.

Bugün evimde konuk etmeye başladığım balığım, az önce solungaçlarını son kez hareket ettirdi. Göz göze geldik o anda. O beni görüyor muydu bilmiyorum. Ben onu gördüm. Ve o, artık yok.
Onun gözlerine son kez baktığım o anın o zerresinde, yukarıda anlatmaya çalıştığım ve daha anlatamadığım bir yığın düşünce zihnimden geçiverdi. Hep olduğu söylenen, ölmek üzereyken hayatının baştan sona gözünüzün önünden akıp gitmesi gibi.

Zamanın genleştiği ya da düşüncelerin ışık hızını katlayarak yol aldığı o tarifi zor anlardan biri.
Alanında yaptığı çalışmalarla, algımızı ve anlayışımızı, devrimsel bir yaklaşımla zamanda ve mekanda görecelik kavramıyla tanıştıran sevgili Einstein yaşasaydı ona sormak isterdim.
Ders niye uzun sürüyor da dondurma çabuk bitiyor?..

Böyle bakınca, yani zaman düzlemini yok sayınca, ruhumuza dair düşünmek daha olabilir hale geliyor. Sonsuza dek yaşamak yerine sonsuzlukta yaşamak. Mekandan maddeden cisimden bağımsız.

Mutlak ve yok olmayacak olan, ancak şekil ve tür değiştirerek varlığını sürdürecek olan saf enerji.

Bildiğimiz evrenin sınırlarını da aşan, hiçlik içinde de varlığını devam ettiren o enerji.
Ana kaynağından ayrıldığı ilk andan nice sonra, zamanı geldiğinde, ( ama kaynağın durduğu yerden baktığınızda hemen ) içinde enerjisinden barınan her şeyin sonunda tekrar katılacağı o en son nokta.

Semavi dinler bu buluşmaya hak kazanabilmenin yolunu, bu bedenlerimizde bu hayatımızda yapıp ettiklerimizin öngörülen kurallar dahilinde kalmasına bağlıyorlar. Buna göre; ahlaklar için düzenleyici, organize edici yöntemlerden birini seçtiğinizde ve taammüden ona bağlı kaldığınızda sonuçta büyük buluşmaya hak kazanıyorsunuz.

Buna hak kazanamayanlar? Kimi inanışa göre hak kazanıncaya dek bu deneyimi tekrar ediyor, başkalarına göre ise kaybedenlerden oluyorlar.

Bir düşünün. Evreni ve her şeyi kapsayan bir varlık için, enerjinizin akşam yemeğine katılmayışı bir kayıp olabilir mi? Aç kalan derdine yansın.

Sevgili küçük balığım.Bunları düşünmeme yardımcı olmak için hayatını feda ettin. Sevgimden istediğin kadarını al senin olsun.

Görüşmek üzere.

11.05.2008
04:30

9 Mayıs 2008 Cuma

Kıvrımlar

Bir zerrenin tetiklemesiyle neleri hatırlayabildiğinizi hiç düşündünüz mü?

İnsan beyni çok ilginç bir yapı.

Bugün dünya üzerinde hali hazırdaki tüm iletişim ağlarının misliyle bağlantı, her bir bireyin kafatası içinde öylece kullanılmayı bekliyor.

Dahiler beyinlerinin şu kadarını kullanırlarmış gibi bir cümle kurmuyorum.

Özel bir çaba harcamasam da, takip edebildiğim bazı araştırma sonuçlarına göre, orijinal tabiriyle "first in last out" öğrenme sürecinde de geçerli. Yani ilk öğrendiklerimiz ya da algılarımız, boş deftere yazılan ilk yazı gibi yıllar geçse de hafızanın bir yerinde yerini koruyor ve nadir görülen anomaliler dışında asla silinmiyor.

Konuşmayı unutmamamız, kaybettikten sonra ebeveynlerimizi ömrümüzün sonuna dek özlemle hatırlamamız belki de bundandır.

Ya da çocukluk ve ilk gençlikte yaşanan travmaların ileriki yaşlarda ruhsal dengesizliklere dönüşmesi de bu sebepten olabilir.

Bunların yanında son yediğimiz yemeğin, en son sohbetimizin ince detaylarının aklımızdan uçup gidivermesi de yukarıdaki tezi doğrular nitelikte.

Bunları söyledikten sonra mevcut "düzeni" değiştirip, böyle böyle olsa daha çabuk yabancı dil öğreniriz demek gibi bir derdim de yok.

Hayata dair yaklaşımlarımızda, öğrenme ve algımızın sonucunda edindiğimiz bilginin sürekliliği, yaşamı anlamlandırmamızda, deneyimlerimizde, süreçlerin akışına müdahale etmeden, bize kalacak olan "keçi boynuzundaki bal".

İşte bu özün rafineliği ile doğru orantılıymış gibi geliyor bana, dünya üzerinde var olmamızın yerinde ya da yersiz olması.

İlkokuldan itibaren bize bir takım veriler işlendi ve zaman zaman bu verilerin ne kadarını aldığımız sorgulandı. Sınavlara girdik.

Büyüteci biraz daha yukarıdan tutabilirsek, hayatın tamamının bir sınav olduğunu rahatlıkla algılayabiliriz.

Peki bizleri sınava tabi tutan kimdir?

Bir dünya dolusu kabloyu kafamızın içine yerleştirmeyi becerebilmiş olan varlıktan başkası değil elbette.

4 Mayıs 2008 Pazar

Aşk, hayat ve renkler.

Her türlüsü güzel. Teknik olarak siyah bir renk olmasa da maalesef/iyi ki hayatın içinde var. Aşkı hayatın ta kendisi gibi görebiliyorsak içinde her renkten, her tondan ışık yansımalarının olması da doğaldır. Bu, onun içinde barındırdıkları ve üzerine yansıyan ışıkla alakalı bir durum...

Algınızı, görebilirliğinizi, farkındalığınızı, bilincinizi, hasılı benliğinizi harekete geçiren o ışık...
Elbette ki karanlığın içinde de kendi çerçevesinde bir hayattan, bir döngüden söz etmek mümkün. "Kötü" ile özdeş tutmak da tartışılır.

Alışkanlıklarla ve biraz da bildiklerimizle/öğretilenlerle yetindiğimiz zaman, klişelerle anlatıyoruz ya kendimizi; aydınlık, nurlu, pırıltılı şeyler her zaman ilgimizi çeker pervane misali. Pervanenin akıbeti malum. İnsan olarak bizi pervaneden ayıran da bilincimiz, özgürlüklerimiz ve seçimlerimiz.

Çeşitli öğretilerde de bu seçimlerimizin sınandığına dair söylemler vardır. Bu hayat, sonraki hayat, sınıfı geçenler, kalanlar.

Ölümden önce de bir hayat vardır.

Ve aşk; körü körüne, bağnaz, tutucu, bilinçsiz değil, bilerek ve isteyerek ( taammüden ) yaşandığında, öznesi ne olursa olsun ( kadın, erkek, iş, inanç ) sıcaklığı ve ışığıyla içimizi ısıtan bir şeydir.

Korkular, yanlış yapma hissi ile beslenir.

Korkmadan aşık olmak için de önce bilmek gerekir. Bilmek için öğrenmek, öğrenmek için akıl (ki var olduğunu kabul ediyoruz), görmek/algılamak, algılamak için de ışık.

Sevgiyle.