6 Ağustos 2013 Salı

Yedi Yedi Doymadı

Yuh!

Koca gemiyi nasıl görmezsiniz! Banyondaki plastik ördek bile daha haysiyetlidir. Batar matar, utanır bir şey yapar.

Tükürük bezi yetmezliği çekiyorum sizin yüzünüzden. Bağırmadan okuduğunda da bir anlamı olan bu replik etrafında döndürmek istiyordu, yeni filmini...

Canlılar dünyasındaki çeşitlilik olduğu sürece nano teknoloji uzak kalacak sandıkları için, türler birer beşer yok oluyor sanki.

Keşke şöyle olsaymış;
Biten paketin yerine yenisini almaya yemin etmiş ev kadınları bile karbon izini konuşuyor kabul günlerinde.

Yazık ki böyle bir dünya yok kadim dostum Benjamin...

Yine bu topraklardan doğan bir çılgınlığın, dünyayı dolaşıp geri geldiğinde tanımakta zorlandığın mahalle arkadaşın gibi davranmasına ne diyeceksin? Nasıl diyor siz... Kitabı da var hani...

Sana balık tutmayı öğretmeyecekler. Bunu iyice kafana sok.

Aynı masadan yemek yemene izin veriyorlar sanıyorsun değil mi, porsiyonlara baktın mı hiç?

Bayilikler verilecektir.

Buradan yürümek istemiyorum sevgili Benjamin, zira sıkıcı, karanlık sokaklara çıkıyor.

Akşam güneşini elinde tutuyor göründüğün matrak yaz fotoğraflarında, geri planda flu olarak resme katılan hayatları bir düşün.

Yanından yürümediğin kaldırım taşlarını...

Birileri seni sorumlu tutar diye düşünüyorsun, yanılıyorsun.

Unutmadan, etrafında döndürmekle, film çevirmek aynı şey değil. Miş... Ben de sonradan öğrendim.

Zıvanadan yeni çıkmış hoyratlıkları dizginlemek kadar zor olmalı, anlam yüklediğin her kelimeyi ilk gördüğünde tanımak... Sırf bu yüzden hep gözümü kapattım, tanımadığım barlarda telefonum çaldığında.

Aç kalmış su samurları da aynı balığın peşinden sırayla gider ya, işte ben de öyle susuyorum ki bazen sabahları ilk kahvemi içmeden önce... Süt tozunu mu, şekeri mi iki kaşık koyduğumu unuttuğum zamanlarda bile böyle hasretler çekmiyorum diyebilirim...

Korktuğum da oluyor tabi. İnsanız neticede. Ama hiç bir zaman gereksiz öksürmem sen de biliyorsun.

Konuştukça battığım sarhoş muhabbetleri bir yana, asıl aklımdan geçenleri yazmaya yetişemiyor kalp atışlarım bile. O kadar da içmem halbuki...

Deniz kenarında, içini oyarak elmadan yaptığım bardakla kafaya diktiğim rakıyı bulamadım hala. Ne de o kamp ateşini... Sonra da yersin ya o elmayı... Nelere gülüyorduysak artık...

Sezon finalleri var artık. Yine de kaç bölüm çekeceğini kestiremediğin dizilerde. İlgin mi kaydı, hop bir bakıyorsun uşak, dondurma satıyor başka bir senaryoda.

Keşke, keşke sevgili Benjamin, tüm seçimlerimizi öngörmeye çalışmasalar da, karar vermemişlere dayamasalar yarısı, üç tanesinden biri diye...

Biz sürüler halinde dolaşırken tam da böyle, özellikle de arka plandaki hayatları etiketleyip satanlar, senden benden önce geçiyor salata büfesine... Geç kalınca da hesap sana bana kalıyor haliyle...

Sana hiç borcum yok diyemem o ayrı...

Hepsi bir yana, saatler önce dibinde içilmeden unutulmuş kahveyi tekrar fark etmek gibisi yok.

Neyse erken kalkacaksın, sen yat istersen. Ben de tvnin önünde biraz pinekler uyurum...

Sabah kurye gelecek haberin olsun...





Altı

Cecille, kuzum konuşmamız lazım.

Çok üzgünüm ama raitinglerin hiç iyi gelmedi. Bir düğmeni daha mı açsan acaba... Gerçi kapatsan, daha da kapatsan, daha da mı trendy olur onu da bilemiyorum ki...

Koridor yürüyüşlerin nasıl gidiyor, kaç ayın kalmıştı?

Bak şimdi, dün sana söylediklerimi iyi düşündün mü? Gerçi düşünmen için para vermiyorum sana. Gerçi para da vermiyorum. Özür dilerim benim kabahatim. 2. özür dilemem oldu bu.

Sorun şu ki, seninleyken giriş gelişme sonuç, bildiğin hikayeler yazmak istiyor canım. İçimdeki, seni yanlışlardan koruma duygusunun bir sonucu olsa gerek. Oysa esas istediğim, hoyrat kelimelerin akışından yeni anlamlar çıkartmak. Yönlendirmeden hatta...

Bu yüzden sevgili ay yüzlü Cecille, bir süre seni özlemeyi tercih etmek zorundayım.

Ah Cecille. Uyumuşsun yine...



Beş Şer

Şimdi şöyle, tabi belirsizlikler olduğu için uygun olmayabilir. Ama dert değil, yoldan birini çevirir ekleriz diye düşündüklerini düşünüyorum sanırım.

Efendim sağ olsun kıymetli bir arkadaşım oturmuş toplamış. Metropolün ele geçirildiği yıla denk getirmek zor olmuştur tabi. Küsuratı da yok değil. 4 kere 4 haftaya ek olarak da 18 ömür var ki bir ömür yetmiyor anlamaya...

Benden saygısızlıklar bekleyen çamaşır ipleri şöyle dursun, ben bu duruma sağır olmayı tercih ediyorum.

Çeşitli şer odakları için bile bu kadar tahta kurusunu bir arada tutmak ayrı bir başarı tabi.

Ben esas neyi merak ediyorum biliyor musun sevgili kadim dostum Benjamin? Neden ama neden, beni temsil etmesi gereken şey, giderek temsil kabiliyetini komedyadan drama kaydırmakta bu kadar ısrarcı. Hani sözüm kendisinden içeri... Tam göbeğine...

Bir ayna hikayesi vardı ya, hani güzel miyim, kimim diye... Yahu hırsızın hiç mi kabahati yok! Ayna bozuk kardeşim! Sütü de bozuk ayrıca. Ben kendimi göremiyor olduktan sonra ne yapayım o kadar cafcafı...

Kızdım vallahi sevgili Benjamin. Sabah olmadan başlayan ötücü kuşlar bile sakinleştiremiyor beni.

Sırf bu yüzden fa deliği çatlamış flütümü bağışlamayı düşünmedim değil.

Bir de ne değişti ki, nehirler aynı yönde akıyor, güneş hep doğudan, yirmi iki santimetre civa basıncında deniz seviyesi de aynı... Bir ben mi delirdim diyemedim, herkes delirdi herkes...

Gerçi esas bomba patlayalı çok oldu ama her geçen gün, biz yerimizde durduğumuz için bizi sollayıp geçiyor diye düşünüyorum. Kraliçenin topraklarında trafik soldan akıyor o ayrı...

Mahallenin uzak komşu teyzesi cama çıkmaz oldu.

Günlerdir bulmaya çalıştığı beyaz iç çamaşırlarını, bavul ticaretinde kaybetmiş bir profesörün endişesi kapladı içimi...

Çıplak gerçekler dediğim için düelloya davet edilmeme ne diyorsun?

Henüz çağırmadılar ama biliyorum.

Bulduğun telefon kablolarını ne yapacağını bilemezsin ya bazen. İşte tıpkı öyle hissediyorum.

Daha dün bir yıldıza bakmadığımı iddia edeceksen, baştan çıkartmaya çalışma beni. Bu notu eski çorapların arasındaki naftaline sarılı bir kağıtta buldum.

Anlam vermek istemedim önce. Ne de olsa hepimiz katma değer vergisi ödüyoruz. Ama rüzgar şiddetlendikçe önlem almak gerektiği de ortaya çıktı.

Beşeri ilişkilerimi gözden geçirmeye çalıştıkça ağrılarım artıyor Benjamin. Sevgili kadim dostum.

Bu arada Cecille selam söyledi sana unutmadan ileteyim.

Yarın arayacakmış.




Dördüncü Kavşak

Cecille kuzum sen de hissediyorsun değil mi sokaktan gelen havayı? Niçin böyle yapıyorlar dersin? Zamansız açan bir nilüfer ya da geç kalmış bir erguvan olabilir mi?..

Daha da önemlisi, sadece kaç dakika ünlü kalacaklarıyla ilgilenen posta güvercinlerinin, yas tutmaya kalkışması.

Dünya saçması.

Her sabah limon kabuğuna nane karıştırsan daha faydalı olurdu emin ol. Son vapurun kalktığı adanın, denizle değil de hortlak görmüş bostan korkuluklarıyla çepeçevre kuşatılmış olması da cabası...

Sence bu nasıl bir yol, sola dönüş vermeyen bir kavşak olabilir mi hiç? Hep aynı yönde yürüsen varacağın yer neresidir sence? Zaten evrene göre olduğumuz yerde durmuyor muyuz?

İnan bana o tüyler hiç bir zaman istenmedi. Ürperten manzaralara bir hazırlık mıydı, ben de emin değilim. Şimdi de değişen bir şey yok.

Sevgili kadim dostum Benjamin ve sen Cecille. İkinizi de çok yakından tanıyorum biliyorsun. Şimdi sana anlatacaklarım o karıştırdığın aşk mektuplarının arasında yok. Bu yüzden aç kulağını da beni iyi dinle rica ederim.

Düşün ki, tecavüzü hep hoş görürsen, gün gelip senin ırzına geçildiğinde sesini duyan olur mu? Adil gibi görünüyor aslında, ama değil işte.

İki yolun kesişmesi de sana seçenek sunuyor gibi görünmüyor mu zaten? Ama...

Dün burada siyah uzun bir şapka unutmuş muyum ben? Ah tabi ya. Özür dilerim yazlığın gazeteden örtülerini ben gelmeden yarım saat önce kaldırdığına göre sen de yeni geldin buraya.

Gücünü nereden aldığıyla ilgili değil mi zaten gazetelerin de, kaçıncı kuvvet oldukları. Maytap satan eski mahalle bakkalları zamanında (ki kısa pantolon giyerdik, şort değil, bermuda gibi bir şey) dahi şeytanlık, şeytanın tekelindeydi. Bugün frenchise ile istesen sen bile ayakkabı dükkanı açabilirsin. Dediğim gibi, belli bir bedel ödüyorsun tabi.

Sana nasihat veriyor gibi görünmek istemiyorum ama halüsünasyon, düşündüğün gibi, görünmeyen, yani bazılarınca bazen görülen yeni bir ulus değil. Bu aslında zayıf bir iz düşününden başka bir şey değil, olmayacak da...

Ne diyordum?

Kuzum Cecille, dinliyor musun sen beni?

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Uç Üç Uç



Benjamin, sevgili dostum. Pazartesileri kırmızıya boyama vakti geldi mi dersin? Sen seversin kırmızıyı. Peki sabaha görüşürüz, saymaya başla...


Üç deyince zıplayan tüm kelaynak kuşları, sabit gözlerle yakınlarının yaralarını sarıyordu. Bindikleri otobüs daha sarı olamazdı gerçi.


Akıllarına gelen ilk fikir bu değildi. Terazinin bir kefesinin hep ağır gelmesine hiç aldırmıyor gibiydiler. Ama değildiler de aynı zamanda... Belirsiz bir sis bulutu kaplamıştı saatlerindeki akreple yelkovanın arasında kalan düzlükleri...


Bugün dediler, saymak istediğimiz bıldırcınlar kadar ayakta kalabiliriz. Diğer günlerde ne saydıklarını bilmiyorlardı.


Bazı parmaklıklar peşleri sıra çıka geldi. Soğuk olmasalar, belki sıcak bir resim verebilirlerdi ama olamıyordu bir türlü... Arkalarındaki masmaviliğe rağmen...


Sıkça sorulan soruların hepsini silmişti dağ çobanları. Geriye kalan cevaplar sahipsizce oradan oraya savrulurken, gözyaşlarını tutamayan kelebekler bile gençlere konabiliyordu artık.


Zaman alıyordu tabi. Ama zamandan bol ne var dedi süklüm püklüm olmayı reddeden herkes. Senkron kaymaları yaşansa da, hep bir ağızdan haykırmak adet olmuştu su kenarlarında...


Eğer anlatılanlar doğruysa, bu hikayeyi yazan şapkalı adam, renkten renge girse de hızını alamadığı zamanlarda başvurduğu metodları unutmuş olabilirdi.


Sen nereden bileceksin demeyi ihmal etmiş olsa gerek, sorduğu her soruda biraz daha çamur rengini alıyordu o hep giydiği kareli gömleği.


Belki kimse şaşırmazdı günün birinde ama hala durumu hayretle karşılayıp, hesap makinelerini ceplerinden itinayla çıkartmaya çalışırken, eşitliğin diğer tarafında kalanların sayısı bile ürpertmeye yetiyordu...


Sıcak yazların bin yıllık hareketsizliği bile adımlarına engel olamamıştı neyse ki. Ama erozyon suyla başlar suyla biter... Yağmuru bekleyecek sabrı kalmadıysa, ne izleteceksiniz diye sormazlar mı benekli baykuşlara?


İşte duvarların ardında, tam da bunlar konuşuluyordu diye geçirdi içinden. Ve yine neyse ki kapsama alanını hesaplayacak kadar matematik bilgisi de vardı...


Benden bu kadar dediğini duymamış gibi yapan danışmanlarına döndü ve bir kez daha sordu, Şşşş... Öksürüğü siz de duydunuz mu?


Korkunun ıslattığı saçlarının, yüzüne yapıştığında çıkan şekillerden medet ummak ne kadar doğruysa, bildikleri soruları kesmeye devam edenlerin de sonu aynı olacaktı. Fark ettirmeden uzaklaşsalar da bu böyle.


Evet. Sevgili kadim dostum Benjamin. Sıkıldıysan dörder dörder saymaya devam etmeden önce bir günün tarihte alacağı yerin, o güne sığamayacağını da göz önünde tut istersen.


Tut ki kaçmasın. Bunu sen bile istemezsin.


Güven bana...



İkinci Meşrubat

Çok özür dileriz, soğuk içileceğinden haberimiz yoktu diyen kumsal müdavimlerine cevaben aralıksız bağırmaya devam eden minik midilli, manejdeki son turuna başlamaya hazır görünüyordu.

Durumdan haberdar olmayan bazı ajanlar kodları çöze dursunlar, çiğnemediğimiz sakızları toplamak üzere örgütlenmiş duvar boyacılarının en az yarısı, gülerek nereden uzaklaşıyorlardı?

Sonunda o gün gelmişti işte. Bestelemediğim ne kadar şarkı varsa, hepsini unutmaya hazırım dedi cadaloz kurye. Motorunun ön lastiğinden kaçan havadan haberi varmış gibi yapıyordu. Umarsızca.

Bilmiyordu ki asıl kaçan, başka bir lastiğin döndürdüğü pervaneye aşık, humuslu topraklarda yaşamayı beceremeyen köylülerdi. Efendi gibi davranmaları beklenirken, onlar iyiden iyiye rekor üstüne rekor kırıyorlardı.

Günlerce kapalı kalmış bir salon dolusu sinema severin masmavi hıçkırıkları duyulmaya başlandığında, her şey için çok geç olabilir. Ancak bir avuç mısır patlağını zamanında yetiştirebilirsek, belki bir sonraki filme önden ve ortalardan yer bulabiliriz.

Bunu dediğini inkar etmiyordu tabi ama üzerinden çok zaman geçmişti. Unuttuklarımı bana hatırlatın ki, banyo yaparken böyle kazalar yaşanmasın tekrar diye ekledi boş gözlerle.

Ne kadar üzgün olursa olsun faydası da yoktu. Ayrıca, geldiği noktadan ardında bıraktığı geniş ovalara bakmaya utanmayan sivri kuyruklu tavşanlardan öğrenecek değiliz diye tutturmuştu, neyi öğreneceğini unutarak...

İşte sevgili kadim dostum Benjamin, bana sormuştun ya, son giydiğim gömlekleri kim ütüledi diye. Bildiğim kadarıyla o gömlekleri üst katta oturan zavallı bir emekli coğrafya öğretmeninin elinde gördüğümü sana söylemem için, bana teklif edilenleri bir bilseydin, kırmızı kazağını asla çıkarmazdın emin ol.

Sana şu kadarını söyleyeyim. Ben bile gördüğüm plastik tabakları unutmaya başladım artık. Sayabildiğim kadarını yıkadığım halde gelecek için bir birikim yapmak istemiyorum aslında.

Aklımdan geçen bir rakam var tabi ama bunu söylersem, geride kalacak bisikletler, arayı kapatmak için tek pedal çevirmeden geçtikleri o yosunlu kavşaktan, fazladan 10 kez daha geçmek isteyebilirler. Ki ben de bundan korkuyorum zaten.

Korkma be! dediğini duyar gibi yapmayacağım sevgili Benjamin. Aksine, sana aldığım dondurmayı, bakkala geri vermek zorunda kaldığım günü hatırla... Ne gündü değil mi? Çarşamba bile pazara çıkmış, son kalan saatlerini kitap okuyarak değerlendirmeye çalışıyordu.

Yatırım kanalları tıkanmış bir borsa simsarından öğrendiğim şu kısa tekerlemedeki gibi yapmaya çalış. Tik tak...

Gördüğüm bütün sarışın kadınlar bir gün aynı yöne bakmasın diye hazırladığım kanunlar bile bu durumu gizlemeye yetmez. Biliyorum. Ama ne var ki, ben bile burnumdaki ince sızıdan bir şeyler öğrendim sanıyorum.

Sokaktaki adam ne yapıyor bugünlerde? Hiç bilmediği bir metro durağından aktarma yapacak hale geldiyse durum ciddiyetini koruyor diyebilir miyiz?

Ben yurt dışından gelen epostaları bu yüzden açmıyorum işte.

Ama altını çizerek tekrar söylemem gereken bir şey varsa, soğuk içtiğin her meşrubat, ikinci kez boğazını yakmayacaktır. Güven bana...

Benjamin. Beni tanırsın.


4 Ağustos 2013 Pazar

Birinci Kısım

Miyavlamayı bilen balerinlerin sessiz çığlıklarını gizliden gizliye izleyen bir hipopotamın tarifsiz gururu vardı gözlerinde. Evet ama dedi, ben saçımın her bir teline ayrı ayrı öksürmeseydim, olabilecekleri düşünebiliyor musunuz?..

Haklıydı. Ayrıca pembe küp şeker sevenler cemiyeti yönetim kurulunda dönen dolapları bir tek o biliyordu. Susması gerektiğini de.

Bir süre kaşındıktan sonra kararını verecekti.

Evet belki de...

Dünyanın ilk kutup papağanı ona göz kırpmıştı, bu doğruydu. Peki ama ya 19. sincap yediği 43. cevizi hatırlıyor muydu?

Durum gittikçe sarpa sardığından mıdır nedir, kimse parlayanın, dişleri mi yoksa ay ışığı mı olduğundan emin değildi.

Geriye yapılacak 704 börek kalmıştı. Hem de domateslerin çürüdüğü bir gecede...

Bilmeden çözdüğü bu kaçıncı dosya olamazdı haliyle. Ama yılmadı. Trene binmekten son anda vazgeçtiğini hatırladı.

Bu inanılmaz tesadüf bile, uzun bir gölgeden kaçtığı yaş gününde tanıştığı sevgili dostu Benjamin'den daha kırmızı olamaz diye düşündü.

Uçmak yerine zıplamayı tercih eden karga bile bu durumdan endişelendiğini gizleyemezken, ona ne oluyordu ki, şapkasını bir kez daha çıkarttı. Bunu yaparken, içinden kaç kez saygısızlığın lüzumu yok diye geçirdiğini o bile unutmuştu.

Ama önemli olanla olmayan neydi biliyordu.

Daha 12 gün önce aldığı pikabın taksitlerini bile bitirememişken, kararsızlığına anlam verdiği kişilerden bir kaçı gibi davranmaya başlamıştı.

Tıpkı geldiği dağlarda söylenen türkülerde olduğu gibi, aksak bir ritm arıyordu aslında. Bulduğu tek şeyse, ağrı kesici bir ilaçtı.

Tarihi geçmiş dediği polonya otobüs biletinin arkasında gördüğü şiir bile daha muntazam yazılmıştı. İşte o an anlamıştı.

Yazacağı hiç bir şey, o anlama gelmiyordu. Ne demek istediğini ona daha önceden fısıldayan psiko-sosyal araştırmalar bile yetersiz kalmıştı.

Amaçsızca dolaşan kedi onu kendine getirmeye yetmişti. Artık pilav yerken tv izlemem yanlış olur diye düşündü. Reklamlarını atlayarak izliyordu üstelik. Ne ayıp şey...

İrlandalı bekçiler birleşin. Okuduğu son kitaptan hatırladığı tek şey buydu. Ona kalsa bağlantıya geçtiği eski arkadaşları da süt içerdi.

Ama denge bozulmuştu bir kere... Unutmakta zorlandığı bir isim her şeyin anahtarı olabilirdi.

Tamamı gözünün önüne gelmese de çocukluk anıları hiç olması gerektiği gibi değildi. Bu işte bir terslik var diye düşünmesine bir engel de yoktu.

Ya tekrar öksürecekti saçlarına, ya da hiç bir şey olmamış gibi birinci bölümün sonuna geldiğini haykıracaktı tüm dünyaya. Ne yapacağını yazdığı küçük kağıda baktı.

Evet doğru yol buydu!