28 Kasım 2025 Cuma

ERDEMLİ SOHBETLER 2


Geçen bölümden sonra ne yaptınız? Merak ediyorum. Markette, bankada o anlamsız, o can sıkıcı sırayı beklerken telefonunuza sarılıp “tanıdık” arama dürtüsünü bastırabildiniz mi? Yoksa “Aman canım, bu seferlik acildi, zaten sistem bozuk, ben düzgün olsam ne yazar?” diyerek o tatlı, o uyuşturucu yalanın arkasına mı saklandınız?

Hoş geldiniz. Yine ben. Yine o rahatsız edici aynayı tutmaya geldim.

Geçen sefer, bireysel ilişkilerle, yani torpille, kayırmayla toplumsal güveni nasıl kemirdiğimizi konuşmuştuk. Bugün sahneyi biraz daha genişletiyoruz. Artık sadece sizinle banka memuru arasındaki o küçük gişe değil meselemiz. Meselemiz, hepimize ait olan o devasa bahçe. Ve o bahçeyi, “bana bir şey olmaz, olan enayiye olsun” diyerek nasıl kuruttuğumuz.

Konumuz: Ortak Malların Trajedisi.

Kulağa çok akademik, çok felsefi geliyor değil mi? İktisat kitaplarında geçen havalı bir terim gibi. Ama aslında bu terim, her pazar günü gittiğiniz o piknik alanındaki çöp yığınıdır. Bu terim, sabah trafiğinde emniyet şeridini ihlal eden o siyah arabadır. Bu terim, apartman boşluğuna eski eşyalarını yığıp “nasıl olsa yer var” diyen komşudur.

Hikaye aslında çok basit ve çok eski. 19. yüzyılda bir İngiliz iktisatçı ortaya atmış bu fikri. Düşünün ki köyün ortasında herkesin hayvanlarını otlatabileceği ortak bir mera var. Yemyeşil, bereketli bir otlak. Köydeki her çiftçi, ineklerini buraya getirip bedavaya otlatabiliyor. Buraya kadar her şey harika, tam bir komün cenneti.

Ama sonra insan doğası, o bencil "uyanıklık" devreye giriyor. Çiftçilerden biri, adı lazım değil, biz ona "Uyanık" diyelim, şöyle düşünüyor: "Ya ben bu meraya bir inek daha salsam ne olur ki? Mera kocaman, bir inekle otlar bitmez. Ama o bir ineğin sütü, eti tamamen bana kâr kalır. Maliyet topluma, kâr bana!"

Matematiksel olarak Uyanık haklı. Bir inekle o mera bitmez. Ama sorun şu ki, köydeki diğer herkes de en az "Uyanık" kadar zeki. Herkes "bir inek daha, bir inek daha" dediğinde ne oluyor? O yemyeşil mera, çamura dönüyor. Otlar kökünden kuruyor. Toprak verimsizleşiyor. Ve günün sonunda, hırsları yüzünden aç kalan yine o inekler ve o köylüler oluyor.

İşte "Ortak Malların Trajedisi" budur. Bireysel çıkarların, mantıklı gibi görünen o küçük bencil kararların, toplamda herkesin felaketini getirmesi.

Şimdi bu köy hikayesini bırakalım, bizim metropollere dönelim.

Trafiği düşünün. İstanbul trafiği neden çözülmüyor? Sadece altyapı mı? Hayır. Herkes, "Toplu taşımada sürüneceğime kendi arabamla giderim, konforuma bakarım" diyor. Herkes yolu "ortak bir mera" olarak görüyor ve o meraya bir metal kutu daha sokuyor. Sonuç? Kimse bir yere gidemiyor. O konforlu arabanızın içinde, aslında kendi yarattığınız hapishanede saatlerce bekliyorsunuz.

Ya da su meselesi... Barajlarda su seviyesi kritik seviyeye inmiş. Haberlerde bas bas bağırılıyor. Ama siz banyoda suyu biraz fazla akıtırken, ya da o balkonu "tertemiz olsun" diye hortumla yıkarken ne diyorsunuz? "Benim kıstığım iki kova suyla mı baraj dolacak?" Evet, matematiksel olarak haklısınız. Sizin iki kova suyunuzla baraj dolmaz. Ama 15 milyon kişi aynı cümleyi kurduğunda, musluktan su değil, toz akar.

Burada çok tehlikeli bir psikolojik savunma mekanizması var. "Enayi yerine konma korkusu."

Belki de bizi en çok yozlaştıran duygu bu. Etik davranmaktan, kurallara uymaktan, ortak alanı korumaktan neden kaçınıyoruz biliyor musunuz? Kötü insanlar olduğumuz için değil. Sadece "Ben yapmazsam başkası yapacak ve ben ortada kalacağım" korkusu yüzünden.

"Ben emniyet şeridine girmezsem, başkası girecek ve o benden önce eve varacak. Ben o piknik alanında çöpümü toplasam bile, benden sonra gelen kirletecek. O zaman neden ben uğraşayım?"

Bu düşünce yapısı, toplumu içten içe çürüten bir kanserdir. Çünkü bu düşünceyle, o piknik alanını çöplüğe çeviren kişi aslında sizsiniz. O trafiği kilitleyen sizsiniz. Siz, o korktuğunuz "başkası"sınız aslında.

Bakın, bir toplumun medeniyet seviyesi, hiç kimse bakmıyorken ortak mallara nasıl davrandığıyla ölçülür.

Bedava diye, açık büfede yiyemeyeceği kadar yemeği tabağına doldurup sonra çöpe attıran o dürtü var ya... İşte o dürtü, enflasyonun da, çevre kirliliğinin de, kaynak yetersizliğinin de temelidir. Çünkü kaynaklar sınırlıdır, ama insan ihtirası sınırsızdır.

Eğer biz, "maliyet ortak, kâr benim" kafasından çıkamazsak, ortada ne maliyeti bölüşecek bir toplum, ne de kâr edilecek bir kaynak kalacak.

Denizler, ormanlar, parklar, yollar, hatta soluduğumuz hava ve şehrin sessizliği... Bunlar kimsenin malı değildir, dolayısıyla herkesin malıdır. Bir şeyi "sahipsiz" görmekle "herkese ait" görmek arasında devasa bir ahlak farkı vardır. Sahipsiz görürseniz yağmalarsınız. Herkese ait olduğunu düşünürseniz, korursunuz.

Bugün bir değişiklik yapalım mı?

Bugün o sigara izmaritini yere atarken, o kornaya gereksiz yere basıp herkesin sessizliğini çalarken, ya da ofiste ortak kullanılan kağıtları israf ederken bir durun. Ve kendinize şu soruyu sorun:

"Ben şu an meraya kaçak inek sokan o köylü müyüm?"

Çünkü o mera kuruduğunda, hepimiz aç kalacağız. Ve emin olun, o gün geldiğinde "Ama önce o başlattı" demenin hiçbirimize bir faydası olmayacak.

Ortak alan, ortak sorumluluk gerektirir. Sorumluluk almak ise yürek ister. Enayi yerine konmaktan korkmayın. Asıl enayilik, bindiği dalı kesmektir.

Hadi şimdi derin bir nefes alın. Oksijen hala bedava. Ama onu kirletmemek, sizin elinizde.

Bu dinlediklerinizden sonra yahu Erdem, çocuk muyuz biz, ne anlatıyorsun sen diye düşünebilirsiniz. Düşünün zaten, düşünmek iyidir. 

Burada, benliğinizin ilkeli yanına sesleniyorum. Zihin egzersizi gibi düşünün. Bu şekilde, tıpkı kaslarınızda olduğu gibi, zihin yollarınızda da oluşacak yeni kısayollar, normal hayatınızda, farkında olmadan ötelediğiniz bazı olumlu davranışlarınızı tetikleyip, daha yaşanabilir bir topluma doğru bir adım daha atmamıza sebep olabilir... 

İşte bu ihtimal çok değerli. Unutmayın, şikayet ettiğimiz pek çok durumun esas kaynağı, değiştirmediğimiz davranışlarımızda saklı...

Bir sonraki sohbete kadar, düşünün... Size garanti veriyorum, iyi gelecek...

27 Kasım 2025 Perşembe

ERDEMLİ SOHBETLER 1


Merhaba. Ben Erdem. İlginizi çekeceğini umduğum yeni bir seriye başlıyorum. Konumuz etik. Ve... Hemen anlıyorum ki bu konu asla ilginizi çekmeyecek.

Çünkü ucu size de dokunuyor, değil mi? Herhangi bir işinizi araya tanıdık birilerini sokmadan, örneğin bankada sıra numarası alıp beklemek işinize gelmiyor, değil mi? O "bip" sesini duyup numaratöre bakmak zor geliyor.

Sonra ne oluyor? Adalet bekliyorsunuz. "Enflasyon neden bu kadar yüksek?" diye soruyorsunuz. Çok işimiz var, orası belli. Ama bir yerinden başlamak lazım öyle değil mi? Hadi bakalım, nefesinizi tutun, başlıyoruz...

Telefon rehberlerimize bir bakalım mı? Hani o başı sıkışınca arananlar listesine... "Hastanede tanıdık var mı? Emniyette bir abimiz var mı? Belediyede işi hızlandıracak biri lazım..."

Tanıdık geldi mi?

Biz buna "network" diyoruz, "sosyal çevre" diyoruz. Ama hadi adını dürüstçe koyalım: Biz buna, mikro-yozlaşma diyoruz.

Sabah kahvesini içerken ülkedeki liyakatsizlikten şikayet edip, öğleden sonra ehliyet işini halletmek için araya adam sokmaya çalışmak... İşte, etik paradoksu tam olarak burada başlıyor.

Bir iş görüşmesine gittiğinizde, CV'nizdeki yeteneklerden çok, referans kısmına yazdığınız "o güçlü isme" güveniyorsanız; siz o çok eleştirdiğiniz sistemin mağduru değil, bizzat mimarısınız.

Şimdi diyeceksiniz ki; "Erdem abartma, alt tarafı bankada sıra beklememek için müdür yardımcısına selam verdim. Bunun enflasyonla ne alakası var?"

Çok alakası var. Hatta doğrudan alakası var.

Bakın, ekonomi sadece rakamlar, faiz oranları veya döviz kurları değildir. Ekonomi, özünde "güven" demektir. Bir toplumda kurallar herkes için eşit işlemiyorsa, orada güven biter. Güvenin bittiği yerde, risk primi artar. Risk priminin arttığı yerde, o domatesin fiyatı da artar, kredinin faizi de.

Siz o sıraya kaynak yaparak geçtiğinizde, arkanızda bekleyen insanın "adalet duygusundan" bir tuğla çalıyorsunuz. Herkes birbirinden bir tuğla çaldığında, ortada sığınacak bir bina kalmıyor. Sonra diyoruz ki; "Neden üşüyoruz?"

Çünkü duvarları biz yıktık. Kendi konforumuz için.

Kendimize söylediğimiz o tatlı yalanı da biliyorum: "Ama benim işim gerçekten acildi!" Herkesin işi acil. Herkesin vakti değerli.

Asıl soru şu: Kimse bakmıyorken ne yapıyorsunuz? Tanıdık kimse yokken, torpil ihtimali sıfırken kurallara uymak "erdem" değildir, o mecburiyettir. Erdem; telefon rehberinde o "iş bitirici" numara kayıtlıyken bile, onu aramayıp sıraya girmektir.

Zor, değil mi? Trafikte emniyet şeridi boşken, sağda "enayi gibi" beklemek zor geliyor. Ama o emniyet şeridine girdiğiniz an, sadece trafiği tıkamıyorsunuz; o yolu ambulans için, yani hayatta kalmak için kullanan birinin hakkını gasp ediyorsunuz.

Bu seri boyunca canımızı sıkacağız. Konfor alanlarımızı dürtükleyeceğiz. Çünkü düzelme, "onlar" düzelince değil, "biz" aynaya bakınca başlayacak.

Bu haftaki ödeviniz şu olsun: Bir işiniz düştüğünde, eliniz o telefona gittiğinde durun. Ve o sırayı bekleyin. O sıkıcı, uzun, bunaltıcı sırayı bekleyin. Ve beklerken şunu düşünün: "Ben şu an sadece sıra beklemiyorum, ben şu an liyakati tamir ediyorum."

Ben Erdem. Unutmayın. Etik, rahatsız edicidir. Rahatsız olmaya devam edin. Görüşmek üzere.


18 Haziran 2025 Çarşamba

Tüfek İcat Oldu, Mertlik Bozuldu

Bir atasözü gibi okuyabilirsiniz; ya da sıradan bir sosyal medya aforizması gibi.

Ama hangi gözle bakarsanız bakın, değişmeyen bir gerçek var: Bu söz, zaman geçtikçe doğruluğundan gram kaybetmiyor.

Savaşmak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle, “eğer milletin hayatı tehlikeye girmemişse, cinayettir.”
Bu söz, ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş bir kumandana ait. Bu nedenle hem tarihi hem ahlaki değeri yüksek.

Eskiden savaşlar, düşman kuvvetlerin belirli bir alanda karşı karşıya gelerek üstünlük sağlamaya çalıştığı, bir anlamda cephelerin bile “namuslu” olduğu çatışmalardı. Evet, sivil halk elbette acı çekerdi, ama savaş daha çok askerin savaşıydı. Yaralıları almak için zaman zaman ateşe ara verilirdi. Hastaneler hedef sayılmazdı. Bazı etik sınırlar hâlâ geçerliydi.

Ama o dönemler çok geride kaldı.

Körfez Savaşı: Savaşın Ekrana Taşındığı Çağ

İlk kez 1990’ların başında, Körfez Savaşı ile savaşın medya gösterisine dönüştüğüne tanık olduk. Duygulara hitap eden müzikler eşliğinde, başka yerlerden çekilmiş, petrolle kaplanmış kuş görüntüleri servis edildi. Hatta bazı sahnelerin kurgu olduğu iddiaları bile gündeme geldi.

Bu sadece propaganda meselesi değildi. Aynı zamanda savaşın tanımının değiştiği bir dönüm noktasıydı. Uzaktan yönetilen füzelerle, binlerce kilometre öteden "hedefler" vuruluyordu. Ancak bu hedefler çoğunlukla şehirlerin içindeydi. Ve "hata" payı hep sivillerin canına mal oluyordu.

Bu da bize şunu gösterdi: Modern savaşlar, artık devletlerin kendi yurttaşlarını koruma görevini öncelik yapmadığını açıkça ortaya koyuyor.


Aynı Tanrı, Farklı Silahlar

Gelelim bugün yaşananlara…
Özellikle İsrail ile İran arasında tırmanan gerilim, görünürde din temelli bir çatışma olarak sunuluyor.

Ama durup düşünelim:
Masa, table, tisch…
Üç farklı dilde aynı nesneye verilen üç farklı ad.
Anlam aynı, ifade biçimi farklı.

Tıpkı dinler gibi.
İki devlet de yönetim biçimini dine dayandırıyor. Dilleri farklı, ritüelleri farklı. Ama her iki inanç da aynı Tanrı’dan söz ediyor. Emirleri, yasakları ve değer sistemi büyük ölçüde benzer.
Ancak tarih boyunca şu cümleye benzer çarpıklıklar doğdu:
"Sadece bir Tanrı var, ama benim Tanrım seninkinden üstün."
Bu tür oksimoron yaklaşımlar, yönetimi elinde tutanları farklı olana baskı kurmaya itiyor. Din, bir barış öğretisi olmaktan çıkıp, meşruiyet aracı haline geliyor.

Sonuç?
Görünürde inançların çatışması gibi görünen savaşların ardında, çoğu zaman kaynak, güç, nüfuz gibi çıkar hesapları yatıyor.

Kazananı Olmayan Savaş

Peki bu savaşlar ne kadar sürer?
Kim kazanır?
Gerçek şu ki: Bu savaşların kazananı olmaz.
Füzeler, sözde “askeri hedefleri” vururken, gerçekte çocukları, hastaları, evleri, hayatları yok eder.
Sonra yeni silahlar yapılır.
Yeniden kullanılır.
Ve döngü tekrar başlar.

Bu arada, pandemi döneminde halka dezenfektan içmeyi öneren liderlerin bu karmaşada hâlâ etkili pozisyonlarda olması da, işin vahametini başka bir boyuta taşıyor. Ama bu, başka bir yazının konusu.

Barış Gelir mi?

Barış, sadece silahların değil, nefretin de sustuğu bir düzendir.
Barış, adaletle mümkündür.
Ve barış, yalnızca halkların istemesiyle değil, yöneticilerin gerçekten istemesiyle gerçekleşebilir.

Asıl soru şu: Yönetenler gerçekten barış istiyor mu?

Cevabı, aslında çok önceden verilmiş bir sözde gizli:

Yurtta barış, dünyada barış.