18 Aralık 2025 Perşembe

ERDEMLİ SOHBETLER 5 - İlkeden Ülkeye



Türkçenin o muazzam matematiğine, kelimelerin o gizli akrabalığına hiç dikkat ettiniz mi? Mesela "İlke" ve "Ülke" kelimelerine bakalım. Aralarında sadece tek bir harf fark var. Sanki dilimiz bize yüzyıllar öncesinden bir sır fısıldıyor gibi. O bir harfi, yani o prensibi, o duruşu çektiğinizde; geriye kalan toprak parçasına "ülke" demek zorlaşıyor. Orası artık bir araziye, sınırları çizilmiş bir coğrafyaya dönüşüyor.

Geçen bölümlerde bireysel omurgadan, o görünmez iç iskeletimizden bahsetmiştik. Bugün o tekil omurgaların birleşip oluşturduğu o büyük yapıdan, devletten, siyasetten ve bizim bu kavramlara nasıl baktığımızdan konuşacağız.

Merhaba, ben Erdem.

Siyaset denince aklınıza ne geliyor? Muhtemelen gerginlik, bağırış çağırış, bitmeyen tartışmalar... Haklısınız. Ama bugün suçlu aramaya değil, anlamaya çalışacağız.

Bizim toplum olarak siyasete bakışımızda, çözemediğimiz garip bir düğüm var. Siyaseti bir "ülke yönetme sanatı" veya "sorun çözme mekanizması" olarak değil de, daha çok bir "futbol ligi" gibi algılıyoruz. Hani o stadyum atmosferi vardır ya; renklerine aşık olduğumuz takım sahaya çıkar, biz tribünde yerimizi alırız. Artık o saatten sonra mantık, rasyonel düşünce stadyumun kapısında kalır. Tek bir gerçek vardır: Bizimkiler kazansın.

Düşünün, çok sevdiğiniz takımın maçındasınız. Hakem lehinize haksız bir penaltı verdiğinde ne yapıyoruz? "Hayır, bu haksızlık, bu gol sayılmamalı" diye itiraz mı ediyoruz? Yoksa içten içe "Oh be, sonunda şans bizden yana güldü" deyip o avantajın keyfini mi sürüyoruz? Çoğumuz, dürüst olalım, ikincisini yapıyoruz. Çünkü skora odaklıyız, oyuna değil.

İşte siyaset arenasında da maalesef bu psikolojiyle hareket ediyoruz. Partileri, fikirleri birer "kimlik" gibi üzerimize giyiyoruz. Hal böyle olunca, eleştirel düşünce yerini "savunma refleksine" bırakıyor. Kendi mahallemizden bir yanlış çıktığında, "Kol kırılır yen içinde kalır" diyerek üzerini örtme eğiliminde oluyoruz. Çünkü yanlışı kabul edersek, sanki karşı tarafa puan kazandıracakmışız gibi hissediyoruz.

Oysa adalet ve doğruluk, seçim sandığından ya da tribünlerin tezahüratından çok daha kıymetli, çok daha üstün değerlerdir. Yanlış, "bizimkiler" yapınca doğru olmaz.

Bu taraftarlık psikolojisi bizi nereye götürüyor biliyor musunuz? Kavramların içinin boşalmasına. Kelimeleri o kadar çok, o kadar yerli yersiz ve o kadar sloganvari kullanıyoruz ki, anlamlarını yitiriyorlar. "Vatan", "Millet", "Beka", "Özgürlük"... Bu kelimeler, birer hamaset aracına, birer "ses efekti"ne dönüşüyor.

Tam bu noktada, bu toprakların ortak değeri, kurucu vizyonu Mustafa Kemal Atatürk’e bir parantez açmak istiyorum. Ama sloganların arkasına saklanan bir figüre değil; fikirleri olan, dertleri olan, sabahlara kadar kitap okuyan o entelektüel lidere...

Bizim Atatürk’le kurduğumuz ilişki de maalesef bazen o "ezbercilikten" nasibini alıyor. Onu anlamak, onun "bilim ve akıl" metodunu kavramak yerine; onu bazen tartışılmaz bir dogma, bazen de sadece bir rozet haline getiriyoruz.

Oysa ne diyordu? "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır."

Şu cümlenin derinliğine bakar mısınız? Bir lider, kendisinden sonra geleceklere "Beni bile aklın ve bilimin süzgecinden geçirin" diyor. Peki biz ne yapıyoruz? Aklı ve bilimi mi seçiyoruz, yoksa hamaseti mi? "Muasır medeniyetler seviyesi"ne bağırıp çağırarak, birbirimizi ötekileştirerek çıkamayız. O seviyeye ancak liyakatle, üretimle, eğitimle ve en önemlisi birbirimize duyduğumuz saygıyla çıkabiliriz.

Bugün geldiğimiz noktada, en büyük sorunumuz "kurumlar" değil, "yaklaşımımız". Herkesin kendi çıkarını "ülke menfaati" gibi sunduğu bir yanılsama içindeyiz. Siyasetin bir "zenginleşme aracı", bir "sınıf atlama asansörü" olarak görülmesi, sadece siyasetçilerin suçu mudur? Yoksa "Bal tutan parmağını yalar" diyerek buna kültürel bir meşruiyet kazandıran bizlerin de payı yok mu?

Bir işe girerken, bir ihale alırken, bir makama gelirken "Ben bu işi hak ediyor muyum?" diye sormak yerine "Tanıdık var mı?" diye soruyorsak, sistemden şikayet etmeye hakkımız kalır mı?

Peki, çıkış nerede? Yine bir kurtarıcı mı bekleyeceğiz? Hayır. Atatürk o cevabı Gençliğe Hitabe’de ve Bursa Nutku diye bildiğimiz o metinde vermişti zaten. Özetle diyordu ki: "Kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı sizsiniz."

Çözüm, "taraftar" olmayı bırakıp, "yurttaş" olabilmekte yatıyor.

Yurttaş olmak ne demektir? Sadece vergi vermek, nüfus cüzdanı taşımak değildir. Yurttaş olmak; "Ben bu ülkenin hissedarıyım" bilinciyle hareket etmektir. Yurttaş, kendi oy verdiği parti yanlış yaptığında, en gür sesi çıkaran kişidir. "Ben sana oy verdim, beni temsil etmen için yetki verdim. Yanlış yaparak beni utandırman için değil!" diyebilmektir.

Biliyorum, bunu yapmak zor. Mahalle baskısı denilen o görünmez duvarı aşmak, "Sen de mi karşı tarafa geçtin?" eleştirisini göğüslemek zor. Ama unutmayın; tarih boyunca medeniyetleri ileri taşıyanlar, kalabalığa uyum sağlayanlar değil, kalabalıktan ayrılıp "Bu yol yanlış" diyebilenler olmuştur.

Ezberlerimizi bozalım. Bize dayatılan o suni kutuplaşma oyununu reddedelim. Gerçek dünyada tek bir ayrım vardır: İşini iyi yapanlar ve yapmayanlar. Ahlaklı olanlar ve olmayanlar. Ülkesini, üzerinde yaşayan insanların mutluluğu olarak görenler; ve ülkesini sadece şahsi ikballeri için bir basamak olarak görenler.

Peki, siz hangisisiniz? Tribünde, takımı ne yaparsa yapsın alkışlayan o fanatik mi? Yoksa sahada ter döken, oyunun kurallarına uyan, haksız kazancı reddeden o ilkeli oyuncu mu?

Şunu asla aklınızdan çıkarmayın: Bir ülkeyi sadece binalar, köprüler, yasalar ayakta tutmaz. O ülkede yaşayan insanların omurgası, karakteri ayakta tutar. Eğer biz dik durursak, eğer biz ilkelerimizden taviz vermezsek, ülke de dik durur.

O bir harf demiştik ya başta... İlke ve Ülke. Kendi hayatınızdaki o "İ" harfini, o ilkeleri sağlamlaştırın. Göreceksiniz, o zaman "Ülke" de kendiliğinden iyileşecek.

Bu haftaki ödeviniz biraz zor: Olaylara siyasi gözlüğünüzü çıkarıp, sadece "vicdan" penceresinden bakmayı deneyin. "Bunu benim sevmediğim parti yapsaydı ne hissederdim?" sorusunu kendinize dürüstçe sorun. Cevabınız değişmiyorsa, doğru yoldasınız demektir.

Görüşmek üzere.