Merhaba. Ben Erdem. İlginizi çekeceğini umduğum yeni bir seriye başlıyorum. Konumuz etik. Ve... Hemen anlıyorum ki bu konu asla ilginizi çekmeyecek.
Çünkü ucu size de dokunuyor, değil mi? Herhangi bir işinizi araya tanıdık birilerini sokmadan, örneğin bankada sıra numarası alıp beklemek işinize gelmiyor, değil mi? O "bip" sesini duyup numaratöre bakmak zor geliyor.
Sonra ne oluyor? Adalet bekliyorsunuz. "Enflasyon neden bu kadar yüksek?" diye soruyorsunuz. Çok işimiz var, orası belli. Ama bir yerinden başlamak lazım öyle değil mi? Hadi bakalım, nefesinizi tutun, başlıyoruz...
Telefon rehberlerimize bir bakalım mı? Hani o başı sıkışınca arananlar listesine... "Hastanede tanıdık var mı? Emniyette bir abimiz var mı? Belediyede işi hızlandıracak biri lazım..."
Tanıdık geldi mi?
Biz buna "network" diyoruz, "sosyal çevre" diyoruz. Ama hadi adını dürüstçe koyalım: Biz buna, mikro-yozlaşma diyoruz.
Sabah kahvesini içerken ülkedeki liyakatsizlikten şikayet edip, öğleden sonra ehliyet işini halletmek için araya adam sokmaya çalışmak... İşte, etik paradoksu tam olarak burada başlıyor.
Bir iş görüşmesine gittiğinizde, CV'nizdeki yeteneklerden çok, referans kısmına yazdığınız "o güçlü isme" güveniyorsanız; siz o çok eleştirdiğiniz sistemin mağduru değil, bizzat mimarısınız.
Şimdi diyeceksiniz ki; "Erdem abartma, alt tarafı bankada sıra beklememek için müdür yardımcısına selam verdim. Bunun enflasyonla ne alakası var?"
Çok alakası var. Hatta doğrudan alakası var.
Bakın, ekonomi sadece rakamlar, faiz oranları veya döviz kurları değildir. Ekonomi, özünde "güven" demektir. Bir toplumda kurallar herkes için eşit işlemiyorsa, orada güven biter. Güvenin bittiği yerde, risk primi artar. Risk priminin arttığı yerde, o domatesin fiyatı da artar, kredinin faizi de.
Siz o sıraya kaynak yaparak geçtiğinizde, arkanızda bekleyen insanın "adalet duygusundan" bir tuğla çalıyorsunuz. Herkes birbirinden bir tuğla çaldığında, ortada sığınacak bir bina kalmıyor. Sonra diyoruz ki; "Neden üşüyoruz?"
Çünkü duvarları biz yıktık. Kendi konforumuz için.
Kendimize söylediğimiz o tatlı yalanı da biliyorum: "Ama benim işim gerçekten acildi!" Herkesin işi acil. Herkesin vakti değerli.
Asıl soru şu: Kimse bakmıyorken ne yapıyorsunuz? Tanıdık kimse yokken, torpil ihtimali sıfırken kurallara uymak "erdem" değildir, o mecburiyettir. Erdem; telefon rehberinde o "iş bitirici" numara kayıtlıyken bile, onu aramayıp sıraya girmektir.
Zor, değil mi? Trafikte emniyet şeridi boşken, sağda "enayi gibi" beklemek zor geliyor. Ama o emniyet şeridine girdiğiniz an, sadece trafiği tıkamıyorsunuz; o yolu ambulans için, yani hayatta kalmak için kullanan birinin hakkını gasp ediyorsunuz.
Bu seri boyunca canımızı sıkacağız. Konfor alanlarımızı dürtükleyeceğiz. Çünkü düzelme, "onlar" düzelince değil, "biz" aynaya bakınca başlayacak.
Bu haftaki ödeviniz şu olsun: Bir işiniz düştüğünde, eliniz o telefona gittiğinde durun. Ve o sırayı bekleyin. O sıkıcı, uzun, bunaltıcı sırayı bekleyin. Ve beklerken şunu düşünün: "Ben şu an sadece sıra beklemiyorum, ben şu an liyakati tamir ediyorum."
Ben Erdem. Unutmayın. Etik, rahatsız edicidir. Rahatsız olmaya devam edin. Görüşmek üzere.
