Geçen konuşmamızdan sonra o merayı, o ortak bahçeyi biraz olsun koruyabildik mi? Yoksa trafiğe çıktığınızda, pikniğe gittiğinizde ya da ofisin mutfağını kullanırken içinizdeki o bencil köylü yine "bir inekten, bir çöpten ne olacak canım?" diye fısıldamaya devam mı etti?
Merhaba, ben Erdem.
Merayı kuruttuk, sıralara kaynak yaptık, tanıdıklarımızı araya soktuk. Şimdi biraz daha derinlere, zihnimizin o en karanlık, o en kıvrak dehlizlerine inelim. Bugün konumuz, yaptığımız yanlışı kendimize nasıl "doğru" diye yutturduğumuzla ilgili.
Vicdanınızı bir mahkeme salonu gibi düşünün. Sanık sandalyesinde siz oturuyorsunuz. Hakim de sizsiniz, avukat da sizsiniz. Ve inanın bana, insanoğlu kendi kendisinin en iyi avukatıdır. En berbat suçu bile işlese, kendisine beraat kararı vermenin bir yolunu mutlaka bulur.
Bugün o beraat kararını nasıl aldığımızı konuşacağız.
Hayatımız iki temel sesin kavgasıyla geçer. Birinci ses der ki: "Bu yaptığın yanlış. Nokta. Sonucu ne olursa olsun, bunu yapmamalısın." İkinci ses ise hemen araya girer, elinde hesap makinesiyle konuşur: "Dur bir dakika! Tamam yanlış ama... Bak, sonuçta kimse zarar görmedi. Hatta herkes kazandı. Sonuç iyiyse, yapılan şey de iyidir."
İşte bütün mesele bu. İlkeler mi, sonuçlar mı?
İsim vermeyeceğim, 18. yüzyılda yaşamış Alman filozoflardan veya İngiliz düşünürlerden alıntı yapıp kafanızı şişirmeyeceğim. Çünkü bu kavga kitaplarda değil, bakkalda, hastanede, vergi dairesinde yaşanıyor.
Örnek verelim. Çok sevdiğiniz bir yakınınız hasta. İlacı çok pahalı ya da prosedür gereği ödenmiyor. Ama bir tanıdık doktor var, raporu biraz değiştirirse, hastalığı kağıt üzerinde "farklı" gösterirse devlet ilacı karşılayacak.
Ne yaparsınız?
İçinizdeki o hesapçı ses, yani "Sonuççu" tarafınız hemen devreye girer: "Yahu adam ölüyor mu? Ölüyor. İlaç onu kurtaracak mı? Kurtaracak. Doktorun cebinden para çıkıyor mu? Hayır. E devlet zaten bizim vergimizle dönüyor. Yap gitsin! Bu bir iyilik!"
Kulağa ne kadar mantıklı, ne kadar insani geliyor değil mi? Sonuçta bir hayat kurtuluyor. Kim buna "kötü" diyebilir?
Ama diğer taraftaki o gıcık, o kuralcı ses, yani "İlkeci" tarafınız der ki: "Bu yaptığın sahtecilik. Bu yalan beyan. Eğer ihtiyacı olmayan herkes bu ilacı bu yöntemle alırsa, sistem çöker ve gerçekten ihtiyacı olanlar ilaçsız kalır. Eylem, özü itibariyle yanlıştır. Niyetinin iyi olması, eylemin 'hırsızlık' olduğu gerçeğini değiştirmez."
İşte dananın kuyruğu burada kopuyor. Biz toplum olarak genelde hangi sesi dinliyoruz?
Maalesef biz, "Amaca giden her yol mubahtır" cümlesini atasözü haline getirmiş bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bizim için niyet her şeydir. "Niyetim iyiydi" dediğimiz anda, bütün trafik kurallarını ihlal etme, bütün sıraları bozma, hatta evrakta sahtecilik yapma hakkını kendimizde buluyoruz.
Buna modern dünyada "beyaz yalanlar" diyoruz. Ama aslında yaptığımız şey, ahlakı esnetmek. Ahlakı, o anki işimize, o anki çıkarımıza göre eğip bükmek.
"Patrona yalan söyledim ama söyleseydim çok üzülecekti, kalp hastası adam."
"Vergiyi biraz düşük gösterdim ama zaten o parayla hizmet gelmiyor ki, ben o parayı çalışanlarıma dağıttım."
"Kırmızıda geçtim ama yol bomboştu, beklemek zaman israfıydı."
Bakın, bu "sonuç odaklı" ahlak anlayışı çok tehlikeli bir uyuşturucudur. Çünkü bir kez "sonuç iyiyse her şey mübahtır" demeye başlarsanız, duracağınız yer yoktur. Tarih, "büyük iyilikler" ve "yüce amaçlar" uğruna yapılan katliamlarla doludur. En büyük zalimler bile aynaya baktıklarında kendilerini canavar olarak görmezler; "zorunlu kararlar alan kurtarıcılar" olarak görürler. Çünkü onlara göre sonuç, o korkunç yöntemleri haklı çıkarır.
Mikro ölçekte biz de bunu yapıyoruz.
Küçük kurnazlıklarımızı, "sistem bozuk", "mecbur kaldım", "herkes yapıyor" gibi kılıflara uyduruyoruz.
Ama asıl ahlak, asıl erdem; sonuç canınızı yaksa bile ilkeye sadık kalmaktır.
Asıl erdem; kimse zarar görmeyecek olsa bile, sırf "yalan söylemek yanlıştır" ilkesi gereği doğruyu söyleyebilmektir.
Bir düşünün... Ticarette "dürüst" olarak bilinen insanlar, genelde en çok kazananlar değil, en çok kaybedenlerdir. Kısa vadede dürüstlük kaybettirir. Yalan söyleyen, malını överken abartan, ayıbını gizleyen adam o gün malı satar. Akşam eve gidince de "Ne yapalım, ticaretin kuralı bu, ekmek parası" diyerek vicdanını susturur.
Oysa ilkeli insan, "Batacaksam da dürüst batayım" diyendir.
Ve itiraf edelim, bu devirde bu cümleyi kurana "enayi" diyorlar.
Şimdi size soruyorum: Siz nesiniz?
Sonucu kurtaran bir "iş bitirici" mi? Yoksa bedeli ne olursa olsun kurala uyan bir "enayi" mi?
Çoğumuz, "Ben dürüstüm ama şartlar..." diye başlayan cümleler kuruyoruz. O "ama"dan sonrası, ahlakın bittiği yerdir. "Ama" dediğiniz anda, faydacılığın sıcak kollarına kendinizi bırakmışsınız demektir.
Şunu unutmayın: Bir eylemin ahlaki değeri, size sağladığı faydayla ölçülmez. O eylemi herkes yapsaydı dünyanın ne hale geleceğiyle ölçülür.
Herkes vergi kaçırsaydı, herkes kırmızıda geçseydi, herkes "beyaz yalanlar" söyleseydi... Güvenebilir miydiniz birbirinize? Çocuğunuzu emanet edebilir miydiniz o topluma?
Etmezsiniz.
Ama iş kendi çıkarımıza gelince, "Benim durumum istisna" diyoruz.
Kendinizi kandırmayın. İstisna değilsiniz. Sadece, kurallara uymanın maliyetinden kaçıyorsunuz.
Bugünkü ev ödeviniz biraz daha ağır. Bugün bir karar alırken, kendinizi bir "sonuç hesaplayan makine" gibi değil, bir "ilke insanı" gibi davranmaya zorlayın.
Belki bir işi kaybedeceksiniz. Belki birinden fırça yiyeceksiniz. Belki cebinizden daha fazla para çıkacak.
Ama akşam yastığa başınızı koyduğunuzda; "Bugün kâr etmedim ama bugün insan kaldım" demenin tadı, inanın o kazandığınız üç beş kuruştan çok daha lezzetlidir.
Hesap makinesini bir kenara bırakın.
Pusulanız çıkarınız değil, ilkeleriniz olsun.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. O zamana kadar, aynalarla barışık kalın.

